Geçtiğimiz günlerde AB Sivil Toplum Diyalogu Gıda Güvenliği Projesi kapsamında düzenlenen bir tüketici eğitim seminerine katıldım. AB ve Türkiye Cumhuriyeti tarafından finanse edilen bu proje, Türkiye Süt, Et, Gıda Sanayicileri ve Üreticileri Birliği Derneği (SETBİR ) ve İspanya, Valensiya Bölgesel Gıda Federasyonu (FEDACOVA) ortaklığı ile Şubat 2016’dan beri yürütülüyor. Proje ile Türkiye ve AB üye ülkelerindeki gıda sektörüne ait sivil toplum örgütleri arasında karşılıklı işbirliğini sağlamak ve gıda güvenliği konularında tüketicileri ve KOBİ’leri bilinçlendirmek hedeflenmiş.
“Gıda Güvenliği, Gıda Katkı Maddeleri ve Etiket Okuma” başlığıyla düzenlenen ve pek çok sektörden, gıda derneklerinden, bürokrasiden ve akademiden temsilcilerin katıldığı seminere, Tüketici Dernekleri vasıtasıyla 100’ün üzerinde de tüketici katıldı. Programda sürdürülebilir ve kaliteli gıda tüketiminin en temel insanlık hakkı olduğundan yola çıkılarak, gıda güvenliğinin öneminden ve tüketicilerin bu konuda bilgili ve bilinçli olmasının öneminden bahsedildi. Son yıllarda her platformda öne çıkan iklim değişikliğinden ve gıda kaynaklarının giderek azalmasından da söz edildi. Böyle bir ortamda gıda krizlerinin önlenmesi için gıda güvenliği, denetim ve standardizasyonun önemi belirtilerek, tüketiciler için SETBİR tarafından hazırlanan eğitim modülünde yer alan bilgiler aktarıldı.
Ben de anlatılanları ilgiyle takip ettim. Aslında seminer ile ilgili yazmak aklımda yoktu. Buna karar vermeme neden ise toplantıya aktif şekilde katılan tüketicilerin soruları ve yorumları oldu. Bunlardan not alabildiğim birkaç örneği aşağıda sıraladım:
Normal yoğurt bakterisinin probiyotik olduğu, sütte homojenizasyonun sütü tehlikeli hale getirdiği, Ankara Üniversitesi Ziraat Fakültesi satış yerlerinde satılan tüm ürünlerin organik olduğu, genetik modifikasyonun gereksiz olduğu, tarım ilaçları kullanmadan tarım yapılabileceği, yoğurdun ve sütün buzdolabında bozulmadığı bu nedenle zehir olduğu, süt tozunun doğal olmadığı, etiketlerdeki yazıların boyutu nedeniyle okunamadığı, etiket bilgilerini anlayamadıkları, etiketlerde kırmızı, yeşil, sarı renk uygulamasının yurtdışında kullanıldığı ve kolay anlaşıldığı, etiket bilgilerinde şeker ile ilgili verilen rakamların tüketicilerin ne kadar tükettiklerini anlamaları bakımından yeterli olmadığı, Bakanlığın hazırladığı gıda mevzuatı taslaklarını tüketici derneklerine laf olsun diye yollayıp, görüşlerini dikkate almadığı, ürün gramajlarında bir standart olmadığı, televizyon kanallarında niçin hiç bir sağlıklı gıdanın reklamının yapılmadığı, tüm Avrupa’da yağ, şeker, tuz oranı yüksek gıdalar için vergi uygulaması olduğu, etiketlerde çok bileşen yer aldığı için anlaşılamaz olduğu, merdivenaltı ifadesinin devlet yetkilileri tarafından kullanılmasının çok yanlış olduğu…
Tüm bu saydıklarım, toplantıya katılanlar tarafından seminerde sunum yapan Prof. Dr. Barbaros Özer’e sorulan veya çok fazla bilgi sahibi olunmadığı halde hocaya karşı yorum yapılan konular oldu.
Prof. Dr. Özer, proje kapsamında hazırlanan Tüketici Eğitim Modülü kitapçığında da yer alan çok değerli bilgileri tüketicilerle paylaşırken, bu soruların bir kısmını da yanıtlamaya çalıştı. Gıdalarla ilgili yapılan tüm açıklamaların bilimsel temelli çalışmalara dayalı olarak yapılmasının önemini ise her fırsatta vurguladı.
Gözlemlerime gelince…
Tüketiciler yukarıda sıraladığım yorumlarının bazılarında haklı olsalar da, anladığım kadarıyla gıdalar, gıda tüketimi, sağlık ve beslenme ilişkisi hakkında medyada sürekli beyanat veren doktorlara sorgusuz sualsiz inanıyorlar. Bununla da kalmıyorlar; gıdalar hakkında kendi bildikleri ve doğru olduğuna inandıkları şeyleri de bayağı iyi savunuyorlar.
Ama bu konularla ilgili bilimsel hiç bir bilgilerinin olmadığını da sordukları pek çok soruyla ortaya koyuyorlar.
Hatta önümdeki sırada oturan bir kadının, sunumu yapan Ankara Üniversitesi Ziraat Fakültesi Süt Teknolojisi Bölüm Başkanı Prof. Dr. Barbaros Özer’i kastederek, “biz hocaya bilgi verir düzeye geldik” dediğini, hayretler içerisinde işittim.
Sonuç!
Sonuç şu; gıda güvenliğinde geldiğimiz noktayı bu söz çok güzel özetliyor, demek ki bizler (yani tüketiciler), artık ‘hocalara bilgi verir düzeye’ gelmişiz. Bu yargıdan yola çıkarsak, gıda güvenliği ile ilgili tüm sorunlarımızı çözmüşüz demektir. O zaman sorun nerede? Sorun sanayide(!), sorun bilimde(!). Sokak sütü doğal, sanayi sütü katkılı! “Hocaya soruyoruz: Hocam bu süt katkılı olmasa nasıl bir hafta dayanır?”
Hadi, cevapla!
Ar-Ge, inovasyon, bilimde yenilik… Yok! Cep telefonunda olur, gıdada olmaz. Kesin bu işte bir hile var.
Ne yazık ki bu yaklaşım, bizi güvenilir gıdaya erişmek konusunda bir yere götürmüyor. Gıdalar, gıda güvenliği, gıda katkı maddeleri ve özellikle gıda etiketlerini okuma konusunda tüm tüketicilerin eğitim ihtiyacı o kadar açık, o kadar ortada ki. Yine de bu seminerin çok az sayıda da olsa katılımcıları arasında gıda güvenliği konusunda bir farkındalık yarattığını düşünüyorum.
Bu arada Tüketici Derneklerinin de sektörü anlayabilmesi ve daha uygulanabilir taleplerde bulunabilmesi için konuya biraz daha yapıcı yaklaşması gerektiğini söylemek isterim. Belki empati dediğimiz şey her iki tarafa tam da bu noktada lazım. Aslında bu empatinin oluşmasını engelleyen neden, her iki tarafında ortak şikayetçi olduğu gıda hileleri, gıdada taklit ve tağşiş gibi önemli bir konu. Bakanlık liste açıklıyor, insanlar bir bakıyor ki önceki listede olan bir firma aynı hileyi, tağşişi bir kez daha yapmış. Bu, güveni de empatiyi de ortan kaldıran bir faktör. Bu sorun devletin yetkili organlarınca kesin çözüme kavuşturulduğunda empatiye doğru giden yolun açılacağını düşünüyorum. Bununla birlikte, tüketiciye yönelik gıda güvenliği eğitimlerinin daha geniş kitlelere yaygınlaştırılması konusunda girişimlerin artması gerekiyor. Bunun üzerine de kafa yormak lazım…