Başbakan Davutoğlu, hafta içinde, Konya’daydı. Konuşmasında, tarımla ilgili iki önemli konu üzerinde durdu:
- Ürün İhtisas Borsası en kısa zamanda kurulacak.
- Toprak Mahsulleri Ofisi (TMO), fiili depoculuk yapan bir kurum niteliğinden çıkacak. Devlet, fiili depoculuk yapmaktan daha çok düzenleyici rolüne geçecek. Merkez Bankasının piyasalardaki rolü gibi sadece fiyat oynaklıklarını kontrol altında tutacak şekilde işlemde bulunacak. Fiili depoculuk özel sektöre devredilecek.
Bu iki konunun birbiriyle sıkı bir ilişkisi var. Ürün İhtisas Borsalarının varlığı, depoculuğun varlığına bağlı. Bu yüzden önceliğimiz depoculuk olacak. Ülkemizde depoculuk nasıl başlamış, hangi yönde gelişmiş ve hâlâ neden bir düzene girmemiş; bunlara bakacağız.
Türkiye’de depoculuk
Türkiye’de depoculuk, 1932’de Ziraat Bankasının “buğday” alımı için görevlendirilmesiyle gündeme gelmiş. Ardından (1933) silo ve ambar gibi hububat muhafaza tesisleri kurma görevi verilmiş. Ziraat Bankası, çoğunluğu İç Anadolu’da olmak üzere kurduğu merkezler vasıtasıyla hemen alımlara başlamış. Amaç, I. Dünya Savaşı sonrasında buğday üretiminde ve buğday stoklarında görülen artış karşısında üreticiyi korumak.
1938 yılına gelindiğinde, bu işin bağımsız bir kuruluş tarafından yürütülmesine karar verilmiş ve iktisadi devlet teşekkülü niteliğindeki TMO kurulmuş. Ziraat Bankasının katkısı inkâr edilemezse de “Türkiye’de depoculuk” denilince akla Toprak Mahsulleri Ofisi (TMO) gelir. Görevleri: Buğday fiyatlarının üreticiler bakımından normalin altına düşmesinin ve tüketici aleyhine yükselmesinin engellenmesi, buğday piyasasının korunması ve düzenlenmesi, gerektiğinde buğday ithalatı ve ihracatı yapması, dünya buğday üretimi ve hareketlerini takip etmesi, gerekli görülecek yerlerde un ve ekmek fabrikaları kurması.
Zaman ilerledikçe üretimdeki çeşitliliğine bağlı olarak TMO’nun aldığı ürünler de çeşitlenmeye başlamış. 1939’dan 1947’ye kadar, sırasıyla arpa ve yulaf; çavdar; mısır; pirinç; bitkisel ve hayvansal yağlar, et ve balık, yonca tohumu ve bakliyat; nohut, akdarı, fasulye, mercimek, bakla ve börülce, susam alımı ile görevlendirilmiş. İkinci Dünya Savaşı yıllarında ise benzin, otomobil lastiği, et kavurması, margarin ve kahve gibi maddelerin tedarik ve dağıtımını da üstlenmiş. 2006’daki fındık alımı görevlendirmesi, 2009’da kaldırılmış.
TMO, kendisine verilen görevleri yapabilmek ve aldığı ürünleri saklayabilmek için ülkemizin her bölgesinde, limanlar ve yoğun üretim alanlarını dikkate alarak çeşitli cins ve tonajlarda, toplam kapasitesi 4 milyon tona ulaşan depolar yapmış.
Tarihsel gelişimine bakıldığında, depoculuk, Türkiye için yeni ve bilinmedik bir uygulama değil. Kuruluşundan itibaren depoculukla ilgili çok önemli görevler üstlenen TMO ise bilgi birikimi ve tecrübesi olan, siyasi müdahalelere rağmen “başarılı” olarak tanımlayabileceğim bir devlet kuruluşumuz.
Planlı kalkınma dönemi ve depoculuk
Türkiye’nin planlı kalkınma dönemi, 1960’da Devlet Planlama Teşkilatının (DPT) kurulmasıyla başlıyor. DPT tarafından yapılan kalkınma planları beşer yıllık.
Bugüne kadarki dokuz planın hepsinde de “depoculuk” konusu dikkate alınmış ve tanımlanmış. En kapsamlı tanım,1963-1967 yıllarını kapsayan Birinci Beş Yıllık Kalkınma Planı’nda yapılmış:
“Fiyatların stabilizasyonu¹: Fiyat stabilizasyonu kredi, pazarlama ve genel şartlara bağlıdır. Üreticinin tüccar, komisyoncu gibi kişilere borçlanmaları ve yeter depolama kolaylıklarının bulunmaması, ürünün büyük bir kısmının hasadın en çok olduğu dönemde satılması eğilimini yaratır. Bu, fiyat dalgalanmalarını şiddetlendirmektedir. Bu bakımdan kredi ve pazarlama kolaylıklarının bu yöndeki yararları dikkate alınacaktır.
Millî bir gıda stoku tesisinin fiyat stabilizasyonuna olan etkisi göz önünde tutulacaktır. Burada karşılaşılan güçlük yeter bir başlangıç stokunun tesisidir. Bu konuda da zirai «Surplus²» maddelerinden yararlanılmaya çalışılacaktır. Fiyat dalgalanmalarının önlenmesi için dikkate alınması gerekli başka bir husus başlıca tüketim merkezlerinde kurulacak büyük silolardan çok, küçük merkezlerde satın alma depoları yapılmasıdır.”
2002’ye kadar “Fiyat Desteği” uygulaması olarak tanımlayabileceğimiz uzun bir dönemden geçiyoruz. Bu dönemin en bilindik uygulaması “Taban Fiyat”. 2002’de “Doğrudan Gelir Desteği” uygulamasına geçiliyor.
2004’te, “Tarım Stratejisi 2006-2010 Belgesi”nin kabul edilmesiyle yeni bir döneme giriliyor. Amaç, üreticiler için üretim planlaması yapabilmelerini sağlayacak öngörülebilir ve istikrarlı bir ortam oluşturulması. Buna “serbest piyasa ortamı” demek yanlış olmaz sanırım.
2005’te ise Tarım Ürünlerinde Lisanslı Depoculuk Kanunu yürürlüğe giriyor. Tarım Sigortaları, Türkiye Tarım Havzaları Üretim ve Destekleme Modeli ve Tarım Arazilerinin Toplulaştırılması ile ilgili mevzuatlar da bu yeni dönemin birer parçası.
Lisanlı depoculuğun faydaları
Lisanslı depoculuk, başta gelişmiş ülkeler olmak üzere, dünyanın birçok ülkesinde uzun yıllardır uygulanan bir sistem. Dolayısıyla faydaları ölçülmüş. Hiç şüphesiz Türkiye’de benzer faydalar umarak bu yola girdik. Bunları kısaca, maddeler halinde sıralamak yeterli olur sanırım:
- Üretici finansmanında devletin yerini tüccar ve diğer finans şirket ve yöntemlerinin alması.
- Üretimin kayıt altına alınması, dolayısıyla vergilendirilmesi.
- Standart ürün üretiminin yaygınlaştırılması.
- Ürün bazında üretim planlaması yapılması.
- Ürün değeri ve üretici gelirinde istikrarın sağlanması.
- Ürüne uygun tarım havzalarında üretim yapılması suretiyle verimin ve kalitenin arttırılması.
- Sözleşmeli üretimin yaygınlaştırılması.
- Çiftçiliğin özendirilmesi.
Sistem doğru uygulandığında, her maddenin, ekonomik ve sosyal bakımdan uzun uzun anlatılabilecek olumlu yansımaları var.
Yeni dönem ve neden başarılı olamadık?
Konuyu mevzuat bakımından değerlendirdiğimizde, “bütüncül yaklaşım” hemen göze çarpıyor. Diğer bir söyleyişle “taban fiyat ve alım” ile “doğrudan gelir desteği” uygulamalarından, “tarımda serbest piyasa kurallarının işletilmesi”ne geçişin mevzuat altyapısı hazırlanmaya çalışılmış.
Bütüncül yaklaşımı çok önemsiyorum çünkü başka türlü başarılı olabilmek mümkün değil. Yine de mevzuatların yürürlük zamanları arasındaki 10 yıllık zaman dilimi bugün hâlâ 2005 noktasında olmamızın asıl sebebi. Tarım Havzaları Üretim ve Destekleme Modeli ile Tarım Arazilerinin Toplulaştırılması uygulamalarına keşke çok daha önce başlanabilseydi.
Diğer yönüyle ticari bir faaliyetten bahsediyoruz ve sistemin çalışması için paydaşların tamamının memnuniyeti gerekiyor. Memnuniyet ise doğrudan “kârlılığı” işaret eden bir kavram. O halde, aradan geçen 10 yılda, özel sektör bu işi kârlı bir yatırım olarak görmedi.
Ufak tefek yatırımları saymazsak, lisanslı depoculuğa yatırım yapan sadece TOBB. O da TMO ile yüzde 50 ortak ve TMO’nun hazır altyapısı kullanılıyor.
TMO’nun tecrübelerinden faydalanarak geçiş dönemini doğru yönetebilmek için bu ortaklığın yadırganacak bir tarafı olmasa da “depoculuğun özelleştirilmesi” hedefi bakımından anlamlı değil. Şimdi ise TMO’ya, tamamen depoculuğun dışına çıkarılarak, düzenleyici rolü verileceği söyleniyor. Hedef bakımından olumlu gibi görünen karar, bu defa da hâlâ geçiş döneminin başında olmamız sebebiyle tereddütler uyandırıyor.
Uygulamaya yönelik sorularımı da aktarıp bitireyim:
- TMO, fiili depocuğun dışına çıkarsa piyasaya nasıl müdahale edecek? Bu müdahalenin, serbest piyasa oluşturma hedefi ile çelişmemesi nasıl sağlanacak?
- Ürün İhtisas Borsalarındaki fiyatlamalar uluslararası fiyatlardan etkileneceğine ve uluslararası fiyatlar genellikle bizdeki fiyatlardan ucuz olduğuna göre, fiyatların maliyetlerin bile altında oluşması nasıl önlenecek?
- Uluslararası rekabet şartları ürün fiyatlarının düşmesine sebep olacağına göre, üretici nasıl korunacak?
- Bölgeler itibarıyla yeterli ve standart üretim nasıl sağlanacak?
- Hükümet, sistemin bir an önce yerleşmesi için radikal uygulamaları göze alabilecek mi?
- Yeni depo yapımı ile ilgili kredi sıkıntıları nasıl aşılacak?