Birkaç haftadır gıda ve tarımla ilgili kapsamlı bir makale yazmadığımın farkındayım.
Bugün, en azından başlangıcı tarım ile yapayım.
Kırmızı et üretiminde tezat rakamlar
TÜİK açıkladı:
2018 yılında büyükbaş hayvan sayısı bir önceki yıla göre yüzde 6,9 artarak 17 milyon 221 baş, küçükbaş hayvan sayısı yüzde 4,1 oranında artarak 46 milyon 117 bin baş olarak gerçekleşti.
2019’un ilk çeyreğinde toplam kırmızı et üretimi bir önceki çeyreğe göre yüzde 18,6, bir önceki yılın aynı çeyreğine göre yüzde 16,5 oranında azaldı.
TÜİK’in rakamlarına göre 2018’de, 2017’ye göre ve 2019’a girerken büyükbaş hayvan varlığımız önemli miktarda artmış. Diğer bir söyleyişle canlı et stokumuzda önemli miktarda artış var.
Gelin görün ki kırmızı et üretimde bunun tam tersi rakamlarla karşılaşıyoruz.
Resmî rakamlara göre hayvan varlığımız artıyor, nüfusumuz artıyor (artı 4 milyon göçmen), turist sayısı artıyor fakat et üretimimiz düşüyor.
Peki, bu durumu nasıl izah edeceğiz?
Ekonomik kriz ve pahalılık sebebiyle et satışı düştüğü için daha az hayvanın kesime gönderilmesi olarak mı yoksa yine aynı sebeplerle kaçak kesim ve satışların yani kayıt dışının artması olarak mı?
Hepsinin birlikte doğru olması akla daha yakın geliyor.
Tarımın hayvancılık kısmında son durum budur efendim. Bitkisel kısmını ise artık pazar, manav ve marketlerden takip ettiğimiz için muhtemelen benden iyi biliyorsunuz.
“Düştü, düşürülecek.” derken faizler artırıldı
2014’ün başından beri -değişik sözcüklerle ifade etmiş olsam da- ekonomi makalelerimin sonuç cümlesi daima şu cümle oldu:
En kötüsü geride kalmadı.
Geçen haftaki makaleyi de bu cümle ile bitirmiştim. Hatırlatıyorum çünkü ben bu cümleyi ederken televizyonlarda sabah akşam “Merkez Bankasının faiz indireceği” söyleniyordu. MB de açıklamalarıyla böyle düşünülmesine çanak tutuyordu. Öbür tarafta ise gerçekler vardı. Yüksek Seçim Kurulu, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı seçiminin yenilenmesi ile ilgili itirazı 7 Mayıs’ta karara bağladı ve seçimin yenilenmesine karar verdi. Böylece gerçeklerin ilkiyle yüzleşmiş olduk.
Kararın hemen ardından TL hızla değer kaybetti ve 1 dolar 6,24 TL’yi aştı. Hâl böyle olunca, daha birkaç gün önce faiz indirme sinyalleri veren MB, TL’deki değer kaybını durdurmak için -örtülü de olsa- repo faizini 1,5 puan artırdı. Böylece resmî faizimiz 25,5’a ulaşmış oldu (Hazine, bugün, yıllık 26,12’den borçlandı.).
Buraya kadar tamam da aynı MB, daha birkaç gün önce (25 Nisan’da) “İhtiyaç duyulması halinde ilave parasal sıkılaştırma yapılabilecektir.” ifadesini “politika metninden” çıkarmamış mıydı? Bu cümlenin çıkarılması, “MB, faizleri indirmeye hazırlanıyor.” yorumlarına yol açmamış mıydı? Şimdi ise bırakın aynı kalmasını, faizler 1,5 puan arttırılmıştı.
Bu kadar kısa aralıklarla böyle birbirinin zıddı laflar söyler, birbirinin zıddı hamleler yaparsanız, sizin piyasayı yönlendirme gücünüz olduğuna kim inanır?
Nitekim müdahale işe yaramadı.
Yaramadığı anlaşılınca Türk lirası zorunlu karşılıkların döviz cinsinden tesis edilebilmesi imkanı azami oranı yüzde 40’tan 30’a indirildi. Yabancı para zorunlu karşılık oranları tüm vade dilimlerinde 100 puan arttırıldı.
MB, bu kararları hangi amaçlarla almıştı:
“Türk lirası zorunlu karşılıkların döviz cinsinden tesis edilebilmesi imkanına ilişkin yapılan değişiklik sonucunda piyasaya 2,8 milyar ABD doları likidite verilmesi ve piyasadan 7,2 milyar TL tutarında likidite çekilmesi, yabancı para zorunlu karşılık oranlarında yapılan değişiklik sonucunda ise piyasadan 3 milyar ABD doları likidite çekilmesi beklenmektedir.”
Ben bu hamleleri “MB’nin parasal sıkılaştırma konusundaki fiili kararlılık gösterisi” olarak yorumladım çünkü parasal sıkılaştırma, doların güç kazanmasının önüne konulacak engellerden biriydi.
Gerçekten de 10 Mayıs Cuma günü dolar ve avro güne ciddi değer kayıplarıyla başladı (Gün sonunda yüzde 3,5’e yakın değer kaybettiler.).
Günün ilerleyen saatlerinde ise dövizdeki değer kaybının sebebinin MB’nin hamleleri olmadığı anlaşıldı.
Devlet bankalarının, Perşembesi gecesi boyunca Asya piyasalarında 1 milyar dolar sattığı konuşulmaya başlandı. Sonra rakamın 4,5 milyara kadar çıktığı söylendi.
Cumartesi ve Pazar böyle geçti. Geldik Pazartesi’ye:
Devlet bankaları, Perşembe akşamı doları kaçtan sattı: 6,20’nin üstünden. Cuma dolar kaça düştü: 5, 95 civarına. Pazartesi sabahından itibaren ise dolar yine hızla artmaya başladı. Piyasaların açılmasından itibaren ilk 30 dakika içinde 1,5 puan, 1,5 saat içinde 2 puan, değer kazandı, 3,5 saat içinde 2,25 puan arttı. Artış kademeli olarak devam etti, 6,13’ün üstünü gördü ve gün sonunu 1,83 artış ile 6,09’dan tamamladı.
Peki, kim/kimler aldı da dolar tekrar hızla yükseldi? Kim/kimler yüksek fiyattan dolar satıp fiyatı düşürdü ve düşük fiyattan tekrar alarak piyasayı yönlendirdi, tabii iyi de kâr etti? Kimlerdi bu tehlikeli oynaklığa sebep olanlar? Kimlerdi vatandaşın gönlüne korku salarak 80 milyar dolarlık kaynağın bankalarda ve artısının yastık altlarında rehin kalmasına sebep olanlar?
Deniyor ki:
“Perşembe akşamı kimler sattıysa onlar alıyor. Bu oynaklığın müsebbipleri Perşembe akşamı dolar satanlar.”
Haberler böyle olunca “100 dolar aldı diye vatandaşı ‘Hain!’ ilan edenlerden” bir açıklama bekledik fakat gelmedi. Adı geçen devlet banka veya bankalarından bir açıklama bekledik fakat onlardan da gelmedi.
Oynaklığa özel önem veriyorum. Şöyle açıklayamaya çalışayım:
Bir iş adamına deseniz ki: “Dolar 10 lira olsun ve orada yıllarca kalsın ya da sürekli 5 TL ile 7 TL arasında gidip gelsin. Hangisini tercih edersiniz?” Kesinlikle 10 TL olmasını tercih edecektir. Niçin? Çünkü birinci durumda önünü görüyor, hesap yapabiliyor; ikinci durumda ise üretim ve ticaret tam anlamıyla bir kumara dönüşüyor.
Olumsuz haberler bitti mi? Bitmedi!
“Haber” kelimesini sıkça kullanıyorum ve buna dikkatinizi çekiyorum çünkü resmî kaynaklardan bu haberlere karşı bir açıklama gelmiyor. Geçen hafta uzun uzun bu konuyu işlemiş ve hem hükûmete hem de MB’ye -mealen- “Gizli kapaklı işleri bırakın ya da haberler yalansa hemen bir açıklamayla insanları bilgilendirin.” demiştim. Maalesef piyasalar altüst oluyor fakat yetkililer ya çoğunlukla hiç açıklama yapmıyor ya da ortamı sakinleştirecek inandırıcı gerekçeler sunamıyor. Dolayısıyla doğal olarak insanlara haberlerin doğru olduğuna inanmaktan ve buna göre tedbir almaktan başka çare kalmıyor. Tabii ki buldukları çareler ya döviz almak ya da aldıklarını satmamak oluyor.
Yeni olumsuz haberimiz MB’nin en kötü durumlar için sakladığı yedek akçe ile ilgili:
Yedek akçe bütçeye mi aktarılıyor?
Pazartesi günü, gün içinde en çok tartışılan haberlerden biri de “Merkez Bankasının kârlarından ayrılmış olan yaklaşık 40 milyar TL büyüklüğündeki ihtiyat akçesinin (yedek akçe), bütçe açığını kapatmak amacıyla bütçeye aktarılması için Hükûmetin yasa hazırlığı yaptığı” haberi oldu.
Yedek akçe niçin önemli?
Yedek akçe, ülkenin en zor zamanları için ayrılmış bir para ve MB tarafından muhafaza ediliyor. Bu parayı bütçe açığını kapatmak için kullanmak akıl alacak iş değil. MB, yine aynı amaçla, Nisan ayında Hazine’ye aktarılması gereken 37 milyarı, ödemeyi seçim öncesine çekerek Ocak ayında aktarmıştı.
Aradan geçen dört ay içinde yedek akçeye kadar düştük demek ki!.. Vah ki vah!..
Bu şartlarda ihracat da ithalat da üretim de ticaret de sürdürülemez. Nitekim sürdürülemiyor.
Bu şartlarda hiçbir yabancı ülkemize yatırım yapmaz, ucuz kredi vermez. Nitekim yapmıyor ve vermiyorlar.
MB’yi yönetenlere söyleyeceklerim var
Son günlerde MB’yi fazla eleştirdiğimi düşünenler olabilir. Böyle düşünenler genellikle şöyle diyor:
“MB, bilhassa Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ağır baskısı altında ve bu yüzden rahat hareket edemiyor.”
Doğrudur. Bence bu baskı, beş yılı aşkın zamandır Cumhurbaşkanı’nın faiz söylemlerinin içinde açıkça yer alıyor. Tamam da!.. MB bürokratlarının güçlerinin ve politikalarının dayanağı bağlı oldukları yöneticiler değil ki, “anayasa ve ilgili kanunlar”. Onlar, ülke ekonomisi için neyin doğru olduğunu düşünüyorlarsa onu yapmakla mükellefler. O koltuklarda bu sebeple oturuyorlar. Doğru olduğunu düşündüklerini yapma hususunda kendilerine engel olunuyorsa görev ve sorumluluklarının gereği ya doğru bildiklerini yapmaya devam etmek ya da işgal ettikleri makamları terk etmektir. Terk etmediklerine göre, yanlış ve kötü gidişten onlar da her yönüyle sorumludurlar.
Böyle söylerken siyasi gelişmelerden etkilendiklerini, siyasi gelişmelerin onları çok zor kararlar vermek zorunda bıraktığını, aldıkları çok doğru kararların bile siyasilerin bir yanlış hamlesiyle boşa çıktığını da elbette çok iyi biliyorum. Hatta örneğin, YSK gibi bir yüksek yargı kurumunun “İstanbul’un seçimi” ile ilgili aldığı kararın etkilerini MB, elindeki imkanlarla nasıl bertaraf edebilir!.. Kararın sebep olduğu olumsuz ekonomik gelişmelerde MB yönetiminin bir kabahati olduğunu düşünmüyorum.
Nüfus, Ekonomi ve Göçmenler
Nüfus önemlidir, nüfusun içindeki yaş grupları önemlidir vs. Devlet, her alandaki hesabını kitabını yaparken ülke nüfusunu dikkate alır.
Bizler, Türkiye’nin nüfusunu genellikle siyasilerin söylemlerinden biliriz. Hepimizi kucaklamayı (!) pek sevdikleri için lafa hep “82 milyonu kucaklayacaklarını” söyleyerek başlarlar.
2018 sonu itibarıyla ve adrese dayalı nüfus sistemi verilerine göre nüfusumuz 82 milyon 3 bin 882 kişi olmuş.
Devletin resmî verisine rağmen ben şimdi size “Nüfusumuz 82 milyon değil, en az 86 milyon.” desem ne dersiniz?
Şaşırmayacağınızı biliyorum çünkü 82 milyon hesabının içinde Suriye ve Irak’ta meydana gelen savaşlar sebebiyle ülkemize sığınan ve burada da sayılarını hızla arttırmakta olan göçmenler yok.
Devletin bütçesi yapılırken nüfusumuzun yaklaşık yüzde 5’ini, bazı şehirlerimizin yüzde 60’ını meydana getiren bu insanlar hesaba katılıyor mu? Şehir planları yapılırken bu insanlar hesaba katılıyor mu? Okul yapılırken hesaba katılıyor mu? Kişi başına gelir hesaplanırken hesaba katılıyor mu?
Soruların sayısını istediğiniz kadar arttırabilirsiniz.
Benim cevabım: Hayır, hesaba katılmıyorlar.
Oysa artık hesaba katılmaları gerekiyor çünkü geri gitmeyeceklerini söylemek için kâhin olmaya gerek yok. Öyleyse bu gerçeği kabul edip ekonomik ve sosyal olarak uyum ve bütünleştirme tedbirlerinin bir an önce alınmaya başlanması gerekir.
Sivil toplum kuruluşlarının ve kişilerin ayni ve nakdi yardımlarını genel anlamda takdir etmekle birlikte (Ben de böyle bir kuruluşun yöneticisiyim.), tedbirden kastım bu yardımlar değil. Hatta bir süre sonra görülecektir ki bazı sivil toplum kuruluşlarının göçmenlerle denetimsiz olarak girdikleri ilişkiler, ciddi sorunlara yol açacaktır.