15 Ekim, Millî Tarım Projesi’nin açıklanmasının seneidevriyesi idi.
16 Ekim 2016’da duygularımı şöyle ifade etmişim (https://www.yasamicingida.com/milli-tarim-projesi/):
“Nihayet beklediğimiz açıklama yapıldı. Millî Tarım Projesi, 15 Ekim’de Başbakan Binali Yıldırım tarafından açıklandı.
Aynı konularda bilmem kaçıncı defa ‘Millî veya Yerli’ adıyla projeler ilan edilmiş olduğunu unutup, hatta ‘Bu defaki Millî Tarım Projesi ise önceki projeler neydi?’ sorusunu bile sormadan ve bunca yıl tarım ve hayvancılıkta büyük başarılar elde edildiğini anlattıktan sonra ve de anlatılmaya devam ediliyorken hepsini bir tarafa bırakıp, açıklamaları ‘Bu defa inşallah!..’ temennisiyle değerlendirelim.”
İhtiyatla yaklaşmama rağmen ne kadar da mutlu olmuştum. Bugün ise tam bir hayal kırıklığı yaşıyorum. Nasıl “iflah olmaz bir iyimser” olduğumu artık daha iyi anlıyorum.
Millî Tarım Projesi’ne ne kadar sadık kalınıyor?
Türk Dil Kurumu “proje”yi şöyle tanımlamış:
“Değişik alanlarda önceden plan ve programa alınmış, maliyeti hesaplanmış, kurum ve kuruluşların yönetim organları tarafından onaylanmış, kısa ve uzun vadeye bağlanarak özel kurum veya devlet adına gerçekleştirilmesi kabul edilmiş bilimsel çalışma tasarısı.”
Tanımda dikkatimizi çeken ögeler şunlar: Plan, program, maliyet hesabı, süre.
Bunlar, bir projenin olmazsa olmazları.
Planlama yapabilmek için önce içinde bulunulan durumu bilmek, ardından buna göre hedef/hedefler tespit etmek gerekir. Demek ki şartlar, imkân ve imkânsızlıklar bilinmeden bir projeye başlanamaz. Gerçekçi hedefler konulabilmesi de bunların bilinmesi ile doğrudan bağlantılıdır, projenin gerçekleştirilebilme süresi de.
Millî Tarım Projesi’nin içeriğindeki tespitlere ve hedeflere itirazım yok, tersine desteklemek görevimiz. Bunu daha önce de defalarca belirtmiştim. Aslında, Proje ile yapılan tespitler ve hedefler bilinmeyen konular da değildi. Merak ettiğim ise maliyet hesapları, uygulamanın nasıl yapılacağı ve süresi idi.
Bu üç konu hâlâ meçhul. Harcandığı ve harcanacağı söylenen paralar ile açıklanan süreler projenin değil, günün dayattığı sorunların birer tezahürü. Uygulama ile ilgili bilinmeyenler ise daha fazla. Örneğin Proje’yi açıklayan Bakan, desteklerin kalem olarak azaltılacağını (sadeleştirileceğini) söylerken bugünkü Bakan, neredeyse her gün yeni bir destek kalemi açıklıyor.
Belli ki hedefler için doğru hesaplamalar yapılmamış, bu ve başka sebeplerle uygulamada önemli aksamalar oluyor, dolayısıyla Proje’nin hedeflerine -en azından- hedeflenen sürede, hatta bu gidişle “hiç” erişilemeyeceği anlaşılıyor.
Hayal kırıklığımın sebeplerini örneklerle anlatmaya devam edeyim:
Önce Proje’yi açıklayan Bakan Faruk Çelik görevden alındı ve yerine Ahmet Eşref Fakıbaba atandı. Siyaseten ne olduğu beni ilgilendirmez. Ben vatandaş olarak, görevden alınanın hangi başarısızlığının buna sebep olduğunu bilmek isterim.
Sonra…
Yeni Bakan Fakıbaba’nın ilk yaptığı iş, BİM ve A101’de ithal ucuz et satışı yaptırmak oldu. Hadi, “Fakir halkımız et yüzü görsün istendi.” diyelim. Gördüler mi? Hayır. “Vurguncuların hizaya getirilmesi, et fiyatlarının ucuzlaması hedeflendi.” diyelim. Ucuzladı mı? Ucuzlamadı. Dolayısıyla vurguncular hizaya getirilebildi mi? Getirilemedi. Geçici bir ucuzluk sağlansa da devlet ucuz et satışını sürdüremediğinde -ki birçok yönden sürdürmesi imkânsız- fiyatları nasıl bir seyir takip eder? Hızla yükselir. Bu yükselişten üretici faydalanabilir mi? “Vurguncular üreticiden ucuza alıp pahalı satıyor.” cümlesi bütün Gıda Tarım ve Hayvancılık bakanlarının ortak görüşü olduğuna göre, üretici yükselecek fiyatlardan pay alamaz. Şu halde bu uygulamanın neresi Millî Tarım Projesi’ne uygun?
Millî Tarım Projesi’nin diğer bir ayağında ovaların, meraların koruma altına alınması vardı. Bakan Fakıbaba, 19 Aralık’ta TBMM’de yaptığı konuşmada, 2017’de 192 büyük tarımsal ovayı Bakanlar Kurulu kararıyla koruma altına aldıklarını, ova sayısını 2018’de 250’ye çıkaracaklarını, 45 ovanın Bakanlar Kurulu’na arz edildiğini açıkladı.
Bunlar muhteşem haberler ancak tarıma ve hayvancılığa uygun arazilerimiz küçülmeye devam ediyor. Niçin? Çünkü üzerlerine binalar yapılıyor veya amaç dışı kullanılıyor ya da kullanılmadıkları için vasıflarını kaybediyor. Nasıl oluyor da koruma altına alınan arazilerin üzerine binalar dikilebiliyor veya amaç dışı kullanılabiliyor? Tarıma uygun arazilerimiz veya meralarımızın büyük kısmı niçin kullanılmıyor? Yetkili sorumlularımız bu soruların cevaplarını vermek zorunda.
Bizde tarım arazisi de var, mera da ama yok etmek için adeta her yolu deniyoruz.
Önemine binaen mera konusunu biraz daha açalım:
Bütçe konuşmasında Bakan Fakıbaba, “Mera ıslahına ağırlık vereceğiz. 2018 yılında 2 milyon dekar alanda mera ıslahı yapacağız.” derken Bakan Yardımcısı Mehmet Daniş, MÜSİAD toplantısında, “Orman varlığından daha fazla mera varlığı var ancak 100’ü bulmayan personelle 20-30 milyon liralarla meraları yönetmeyi çalışıyoruz.” diyor.
Bu durumda insan sorma ihtiyacı hissediyor doğal olarak: “Bir yılda iki milyon dekar alanın ıslahını nasıl gerçekleştireceksiniz Sayın Bakan? Bu şartlarda mümkün mü?” Mümkünse eğer ve öncekiler yapmadılarsa bu çok ağır bir görevi ihmal suçudur. 2018’in sonunda göreceğiz bakalım.
Meralar, sadece hayvanların doğal, yeterli ve dengeli beslenmesi için değil, maliyetler bakımından da çok önemli. İddia ediyorum: Meralarımızdan yeterince istifade edebilirsek, üretici maliyetleri en az yüzde 25 aşağı çekilecektir.
Bu sebeple bu ülkede hayvancılık yapılacaksa ve yapılması gerekenler bir sıraya konulacaksa “mera ıslahı-meraların kullanılması” birinci sıradadır ancak hedeflere ulaşabilmenin öncelikli şartı da ulaşılabilecek hedefler koymaktır.
Diğer taraftan Gıda Tarım ve Hayvancılık Bakanlığının (GTHB) projeleri var, belediyelerin projeleri var, birliklerin projeleri var. Damızlık çiftliği kuran ve üreticilere damızlık dağıttığını ilan eden belediyeler var? Bu durumu sadece ben mi garip buluyorum acaba? Peki, bu resmî ve yarı resmî kurum ve kuruluşların aralarında koordinasyon var mı? Yok. Hadi Bakanlık dağıttığı hayvanların durumunu, verimliliğini -şimdiye kadar yapmamışsa da bundan sonra- takip edecek diyelim, örneğin belediyeler nasıl takip ediyor, gerçekten çok merak ediyorum.
500 bin düve, 500 bin besilik hayvan dağıtılacak
Hemen her gün, vatandaşlara çeşitli miktarlarda hayvan dağıtıldığı haberleri okuyorum. Gün geçmiyor ki yeni bir projeden bahsedilmesin.
2017 yılının hayvancılıkla ilgili son ve en önemli haberini GTHB Müsteşarı Mehmet Hadi Tunç verdi:
“Küçük Aile İşletmelerinin Desteklenmesi Programı’mız var. 100 bin aileye sıfır faizli, çiftçinin cebinden hiçbir masraf çıkmadan kullanabileceği bir kredi olacak. 500 bin düve ve 500 bin de besilik hayvan alınacak. Bunlar küçük aile işletmelerine dağıtılacak.”
Haber önemli de bugüne kadar Bakanlık bundan farklı bir şey mi yapmıştı! İthal edildi, dağıtıldı; ithal edildi, dağıtıldı… Geldiğimiz nokta aynı: İthal et, dağıt…
Yeni bir başlangıç için maalesef başka çare görünmüyorsa da hayvancılığa bir bütün olarak bakınca “Hayvan ithal edip üreticiye dağıtacağız, 2-3 sene içinde sorun kalmayacak.” söyleminin gerçekçi olmadığı gün gibi ortada.
Örneğin buzağı kayıplarının önemli bir kısmı bile anaçların ve yavruların doğal, yeterli ve dengeli beslenememesiyle alakalı olunca, “Üretici, bu hayvanları neyle ve nasıl besleyecek?” sorusu kendiliğinde gündeme geliyor. Üretici, şimdiye kadar olduğu gibi kısa sürede gerçeklerle (masraflarla) yüzleşecek. “Çoban parası da devletten, küpe parası da devletten, aşı paralarını da almıyoruz, kredi de faizsiz.” gibi arttırılan destekler de çare olmayacak çünkü yöntem ve desteklerin hiçbirisi sürdürülebilir değil. Mera başta olmak üzere temel sorunlar çözülemediği müddetçe verilecek hiçbir destek hayvancılığımızı ayağa kaldıramaz. Yoksa dağıtırsınız 1 milyon hayvanı, hayvan varlığımız dağıttığınız kadar fazla görünür; o kadar.
Üretici tarafından bakınca da bedava dağıtılan hayvanları birilerinin almaması düşünülemez. Konuştuğum üreticilere işin zorluklarını sorduğumda neredeyse tamamı şöyle dediler: “Niye almayayım! Gidebildiği yere kadar gider.”