Çayın soğudu başkanım

0
2229
Ali Osman Mola
Ali Osman Mola / [email protected]

Koronavirüs’ün etkileri ağırlaşarak devam ediyor. Maalesef çok daha ağırlaşacağa benziyor.

Bu süreçte geç alınan yasak kararlarından küçümsenmeyecek sayıda vatandaşımızın dikkatsiz ve lakayıt davranışlarına, Kanal İstanbul ihalesinden Cuma namazını vatandaşa yasaklayıp kendileri kılanlara, cinsel istismar ve uyuşturucu suçlularının af kapsamında salıverilme ihtimalinden ekonomik tedbirlere, “patates ve soğan stoklarımız yeterli” açıklamalarından komplo teorilerine, doktorlarımızdan gelen en basit korunma malzemelerinin dahi sıkıntısını çektikleri şikayetlerinden Koronavirüs testi pazarlayan vekil çocuğuna kadar birçok konuyu şimdilik bir kenara not ediyorum. Hele şu virüsle mücadelede tünelin ucu görünsün hepsini paylaşacağım: düşüncelerimi, eleştirilerimi, öfkemi ve övgülerimi.

Böyle yapıyorum çünkü bu aşamada bir taraftan virüsle mücadeleye yapabileceğim en büyük katkının evimde oturmak olduğuna inanıyorum, diğer taraftan virüs dışındaki sorunların virüsün gölgesinde kalmasını istemiyorum. Virüse dair uyarıları ve eleştirileri uzmanları yapıyorlar zaten ve yapmalılar da.

*****

Koronavirüs’ün benim hayatıma koyduğu en büyük engel, Kuşlukta Yazarlar ve Bala Kitap topluluklarında dokuz yıldır -neredeyse- her çarşamba sürdürdüğümüz edebiyat toplantılarına ara vermek oldu. Yeni çalışmalar internet üzerinden ulaşıyor, okuma ve değerlendirmelerimi keyifle yapmaya devam ediyorum fakat başkalarının değerlendirmelerini de dinlemenin kattığı değerden ve kaliteli insanlarla yapılan kaliteli sohbetlerden mahrumum. Telefon sohbetleriyle idare etmeye çalışıyorum.

Bu hafta size, bu kaliteli insanlardan birinin harikulade bir öyküsünü sunmak istedim:

Necdet Ekici, Hatay Dörtyol’da ikamet ediyor. Türkçe öğretmeni. Öykü yazarı. Söz ustası… Kültür taşıyıcı… Saklı güzelliklerin kâşifi…

Yüreğimdeki Cemre, Yüreğimi Sana Bıraktım, Gül Olacaksın, Son Turnalar, Çolpan Yıldızı, Arzu ile Kamber eserlerini -anlayışınıza sığınarak- hararetle tavsiye ediyorum.

Size sunacağım “Çayın Soğudu Başkanım”, Çolpan Yıldızı öykü kitabından bir öykü.

Ekici, sıkça karşılaştığımız “seçim-siyasetçi-seçmen” ilişkisini yani sıkça karşılaştığımız bu sıradan ilişkiyi, sıra dışı bir üslupla anlatmış.

Farklı bir bakış açısı, muhteşem bir anlatım, harika bir taşlama, ders alınası bir gönderme…

Buyurunuz efendim!

*****

Çayın Soğudu Başkanım

Sakızcı Sülo anlattı:

Gadasını aldığım ağam, o gün mahalleye Şen Sokak’ın köşeden kara bir Mersedes girdi. Sanırsın ki kabuğundan yeni soyulmuş kara bir yılan… Aha böyle, yıldır yıldır… Aktı geldi üstümüze doğru. Bizim çekiç kelleli kirli kara nohutlar tepelenmekten, seyip gezen huvaza tavuklar ezilmekten zor kurtuldular. “Kim bu kelle getiren kafası yelli, sepeti selli?” demeye kalmadı, Mersedes, Hapçı Bayram’ın kahvesinin önünde zınk diye durdu. Durdu amma bizde de üst baş koymadı. Pis su göleklerinden sıçrattığı çamurlu sular, sille atmış gibi yüzümüze, gözümüze çarptı. Gelmişine, geçmişine, cümlesine bastım kalayı! Baktım, Sefil Melo benden de beter. Tahta sandalyede dertli tavuklar gibi gün boyu süzülen Sefil’imin çakmak çakacak kuru yeri kalmamış. Onun öyle uluk gibi göründüğüne bakma ağam, iyi söver ha! “Senin Mersedes’iyin de senin de!..” dedi fakat gerisini getirmedi.

    Hapçı Bayram’ın sövmemize gönlü olmadı. “Hop hoop!” dedi. Sanki hısmı! Yalan dürzü! Onun derdi çay satmak, iş ayarlamak, yolunu bulmak…    

     – Sabah sabah ağzınızı hayır açın ağam! Ne sövüyorsunuz gelene gidene? Belki velinimetimiz, belki hükümet adamı? Baksana arabası bile saltanat kayığı gibi kurban olduğumun!

     Veremli Ali’nin sesi duyuldu. Baktım düz ara o da sövüyor. Meğer yanından geçerken onu da ıslatmış. Öfkesi daha çok Bayram’a: 

    – Kurban olduğum, hükümet adamının ne işi var burada! Hani bizi adam yerine koyan mı var! Sen, “Tüfeğimi nereye asacağım?” diyorsun. Baksana üst-baş koymadı, çimdirdi beni.suya düşük cücüğe döndüm. Hükümet adamıymış…

     Tabii hepimizin gözü, kara zulüm,  bu saltanat kayığında.

     Kim ola ki?   

     Baktım bizim Cümbüşçü Duran, elinde Fenerli tespih, Mercedes’in bir sağında bir solunda kuyruk sallayıp duruyor. Sanırsın ki mal pazarında inek tüccarı. Eke eke konuştu:

     – İş çıktı bize, düğün var lan, dedi. “Ağılda oğlak doğsa, ovada otu bitermiş.” oğlum. Yağlı bir kuyruğa benziyor!

    – Belki de sünnet işi, dedi kalabalıktan Kel Haci.

     – Ne fark eder Kel Haci? Ha davul ha zurna, ha ustura ha mostura?  Ekipler hazır! Ne demişler: “Davul-zurna susa susa, çelik-çomak yata yata paslanır.”

    – Bunlar, Mezdeke düşkünü keyifçi takımı olmasın ağam?

     – O zaman da Cüre Bekteş’inen, Köçek Ali’ye iş düşer. Çıksın masa üstüne Tamara; çalsın Gırnatacı Selim, Dilara…   

     Demeye kalmadı, şoför, kaçan adamı yakalamaya koşar gibi fırladı arabadan dışarı. Ceketinin düğmesini zor vurdu. Doğru arka kapıya seğirtti. Sanırsın ki adam buradan kaçacak. Cam kapkara ağam, dışarıdan seçilmiyor. Kim olduğunu ne bilelim! Meğer asıl baba içindeymiş. Pekmez küpü gibi otururmuş arka koltukta. Deyyus, sen açsana kapını!

      İş kokusu aldı ya Cümbüşçü puşt, keyfe geldi! Başladı saltanat kayığının çevresine tivis oynamaya. Hem söylüyor hem oynuyordu: “Çalgıcı karısı Binnaz! Esnaf karısı Binnaz!” Bizim aşiret zaten çalmadan oynar. Tempo hazır: “Kumarcı karısı Binnaz!” Gelen adam da beni karşılıyorlar zannedecek.

       Bu tempo içinde şoför kapıyı açtı. Önce ayakları indi adamın yere. Mercedes kadar parlak ruganlarla bastı bizim kırmızı çamura. Herkes çenesini uzatmış, içinden çıkacak meçhul babayı bekliyor. Nihayet arka kapının aralığından babanın kafası gözüktü.

            – Abariii, dedi Falcı Sülemen, kurban olduğum bu Veli Ağa’m taman! Bu saltanat kayığı da onun arabası. Nasıl da bilemedik. Hani belediye seçimleri var ya… Reis adayı. Ayağımıza gelmiş, avucumuza düşmüş mübarek!

           Meğer bizim Cüre Bekteş pusuda çakal uykusuna yatarmış.  Herkesten önce o seğirtti arka kapıya. Ceketi düğmeli şoför, bizim okuntu oğlağını döşünden itiverdi:

      – Ötede dur, dedi.

     – İyyy! Ne itiyon babam? Seçim var taman! Bırak da mübarek elini öpeyim Veli Ağa’mın!

     – Sonra öpersin. Baba arabadan insin bir hele.

    Adam beleşçi ya ağam! Boşuna kuyruk sallamıyor. Kesin ondan yolunu bulacak kâfir! Şimdiden içeceği avanta çayları, yiyeceği dürümleri, cebine indirecek mangırları düşünüyor. Vallahi ağam, bu Cüre Bekteş kadar yağcı yalaka birini hayatımda görmedim!

     Reis adayı Veli Ağa’m, sağ eli havada indi arabadan. Kaç altın dişi varsa, hepsini say. Kelle kulak yerinde iki kişi daha indi.

     – İyi adam, dedi yüksek sesle Davulcu Keklik. Ağanın tekesi Veli Ağa’m!  Selam vermeden geçmez, cebimizi görmeden gitmez kurban olduğum!

     Eee, dedi Allame Tahsin, “Ağalık vermekle, beylik vurmakla!” diye boşuna dememişler!

     Veli Ağa’yı göreceksin, erkek hindiler gibi kabardı.

     – Bacım olsun iyi avradı var, dedi Diş Bekir, maşallah Halep düvesi gibi. Nerde görse sahip çıkar bize.

     Veli Ağa’m ona kıraç yılanı gibi şöyle bir baktı. Diş Bekir anladı, ortaya konuştu:

     – Maşallah maşallah! Veli Ağa’m da Haltanlı tekesi gibi. Ne diyek babam? Allah sahibine bağışlasın.

     Mahalleye yabancı biri gelmeye görsün, bizim millet dut pekmezine çöken karasinekler gibi üşüşür başına ağam. Arabayı gören dışarı çıktı. Mahalle bile oraya akın etti.

    Kahveye buyur ettik. Masaları birleştirip, sandalyeleri yanaştırdık. Zengin ya, herkes Veli Ağa’nın eline çöküyor. Adam sandalyeye zor sığıyor kurban olduğum. Yanakları soyulmuş yumurta gibi. Çenesinin altında bir gıdık daha yuvarlanıyor. Sanırsın bu dünyada bizim hisselerimizi de yemiş.

     – Ulan kirvelerim, dedi gevrek gevrek, koskoca Veli Ağa’yı da ayağınıza getirdiniz ya! Helal olsun size!

     – Estağfurullah ağam, dedi Cüre Bekteş. Dün düşümde gördüm seni, reis seçilmişsiniz!

     – Sus ulan Cüre, dedi Veli Ağa. Geçen gün seçim bürosunda da aynısını demiştin.

    Gülüştüler.

     Ne yalan söyleyeyim ağam, bu Cüre Bekteş bir gün benim elimde kalacak!

     – Vallahi hastaydım, dedi Veli Ağa. Sırf sizin için kalktım geldim. Benim kirvelerim ne yer ne içerler? Açlar mı açıktalar mı? İşleri güçleri var mı? Özlettiniz yahu kendinizi. Seçimler de var…

     – Allah sizi başımızdan eksik etmesin ağam! Oyum senin, dedi Cüre Bekteş yeniden. Aklı fikri cukkada.

     Veli Ağa, dizinin dibinde oturan Cüre’nin başını okşadı.

     – Sağ ol Cüre, dedi. Tek seninle iş bitmiyor! Hepinizin, hepinizin oyunu istiyorum! Bir tek Veli Ağa’nız var. Onu da mahcup etmezsiniz inşallah!

     – Hepimizin oyu senin Ağa’m!

     Cüre’nin kulağına eğildim,

     – Ulan yağcı deyyus, kendi adına konuş! Daha geçen gün Veli Ağa’nın anasına avradına söven sen değil miydin? Söyleyim mi lan şimdi, dedim.

     – Git babam başımdan, belanı mı arıyon? Ekmeğiminen mi oynuyon, dedi.

    Cüre Bekteş, adamın iki dizinin arasına çömeldi. Sanırsın ki Veli Ağa’nın boynu ipli maymunu… Sağ eli çenesinde yeniden konuştu:

     – Maşallah iyisin Ağa’m. Zamzalak tombağı yutmuş cubbalak gibi olmuşsun. Kursağın da Keklik Ağa’mın abdal davuluna dönmüş.

     Gülüştüler.

     – İşsizik Ağa’m, dedi Davulcu Keklik. Kıştan beri avara kasnak gibi dolaşıp duruyok. Ne yalan söyleyeyim, Binnazlar bizi koyunlarına bile almıyorlar. Vallahi sefilik Ağa’m!

     – Yapma yav, dedi Veli Ağa. Dudağı sol kulağına doğru gitti geldi. Bir Erol Taş kahkahası attı:

     – Almıyorlar ha! Nasıl yani! Ne diyorlar?

     Bilirim deyyusu, eskiden beri bayılır böyle oması pırtık laflara.

Çerçi Hösük anlattı:

     Çok geçmeden bizim Hapçı Bayram, Veli Ağa’mın önündeki kırık masaya “küt!” diye bir çay koydu. Sonra diğer misafirlere…

     Tabii biz çakal uykusunda pusuda bekliyok. Önüne konan çayı içecek mi, içmeyecek mi? İçmezse, bil ki bizi pissiniyor; oyumuzu kurban ederik! Eğer içerse oyumuzu harman ederik. Yalanım var mı ağam?

     Veli Ağa’m, önüne konan çaya ala tosun gibi şöyle bir baktı. Sonra avenelerine… Yüzü ekşidi, buruştu. Çabuk toparladı kendini:

     – Bugün bütün çaylar benden, dedi .

    Alkışladılar. Deyyus sanki tarla bağışlıyor. Ardı arkası bir çay…

     Millet kırılmış gibi içiyor tabii. Höpürtü seslerinden geçilmiyor.

    O konuşuyor fakat bir yudum içmiyor önüne konan çaydan. Ne avenesi ne kendi… Öylece duruyor çaylar masada. Bizim derdimiz başka. İçecek mi içmeyecek mi? Bizi pissinecek mi, pissinmeyecek mi? Hepsi bu çaya bağlı. Dedim ya dikkatle bakıyok. Sen çayı içme de gör! Ala kâğıdı karanlık odada yırtar atarık. Biz bekliyok, onlar bekliyor. Deve dudaklarına götürüp bir yudum höpürdetmiyorlar gadasını aldığım ağam!

    Kara Memmed’in büyük oğlu Sünnetçi Kemal dedi ki:

     – Kurban olduğum Veli Ağa’m, hiç mi alfabede nokta görmedin. Biraz sus da çayını iç. Soğudu taman!

     – Hay Allah! Unutmuşum yahu! Soğusun. Ben zaten ılık içerim.

     Gene başladı konuşmaya Veli Ağa’m. Yalan, unutturuyor çayı. Yolumuzu yaptıracakmış da davul zurna için belediyeye bizi kadrolu alacakmış da hatta bizim Felç Muharrem’i belediye meclis üyesi yapacakmış da bilmem neymiş!..

     Sünnetçi Kemal, Veli Ağa’mın sözünü yeniden kesti:

     – Başkanım, çayın buza kesti! 

     – Ulan Sünnetçi, sen de kafayı benim çayınan bozdun yahu!

     – Sevgili başkanım, çayını değiştireyim mi, dedi Cüre.

    Çaya yeniden baktı Veli Ağa’m. Yüzü limon somuruk gibi yeniden buruştu:

     – Olsun, dedi, ben zaten soğuk içerim.

     – Hastasın başkanım, soğuk çay iyi gelmez! Limon sıkak mı içine?

     – Aman aman kalsın! 

     Yalan, vallahi yalan! Seni kâfir seni! Bizi pissindin ha! Sen bilin, içmezsen içme. Nasıl olsa baltası kütükte olan sensin.

    Hapçı Bayram, Veli Ağa’mın ve avanesinin önündeki soğumuş çayları kimseye sormadan aldı götürdü. Veli Ağa’m çaktırmadan derin bir “Oh!” çekti. Az sonra Bayram sıcak çaylarınan geri dönmez mi! Yine önlerindeki masaya küt küt koydu. Çay bekliyor, biz bekliyok; bu ha bre konuşuyor. Allah çene vermiş kurban olduğum. Adam, dil dibeği…

    Sansar Kadir,

     – Başkanım, herhalde bizi pissiniyon, dedi. Ne avenen ne sen, bir yudum almadınız çaydan.

     Veli Ağa’m bozulur gibi oldu. Gıdığı motor tekeri gibi yuvarlandı çenesinin altına:

     – Yok yahu! Olur mu canım, estağfurullah! Pissinsem ayağınıza gelir miyim! Çay, bana gaz yapıyor. Midem ağrıyor.

     – E gadasını aldığım Veli Ağa’m, hadi sana gaz yapıyor, avenene de mi gaz yapıyor? Onlar da içmiyor taman!

     Veli Ağa onlara döndü:

     – İçin ulan çaylarınızı deftersizler, dedi. Buraya kadar gelip de kirvelerimin bir bardak çayını içmeden gitmek olur mu? İnsan zehir olsa içer be!

     Çaylak görmüş kurbağa gibi baktılar Veli Ağa’ya.

     – Bize de gaz yapıyor Ağa’m, dediler.

     – Hoop, dedi Veli Ağa. Bak sonra kirvelerim gönül koyar ha!

     – ?

     Kalabalığın içinden çatal çatal bir ses yükseldi:

     – Bizi pissinene biz oy vermek baba!

     Millet hazır bekliyormuş zaten. Bir gulgule koptu ki görme gitsin:

     – Bizi pissinene oy yook!

     Arkasından bir  “Yuuuh!” tufanı yükselmesin mi!

     Veli Ağa şaşırdı. Neye uğradığını bilemedi. Ayağa kalktı. Gözleri akla takla:

     – Ulan, dedi, utanmıyor musunuz Veli Ağa’nıza yuh çekmeye?

     – Yuuuh!

     – Vermezseniz vermeyin be, dedi, nasıl olsa ben kazanacağım. O zaman görüşürüz sizinle!..

    Bu defa “yuh!” seslerine ıslık sesleri eklendi. Ortalık arı kovanına çöp sokuk gibi karıştı.

     – Yuuuh!  Fiiiyt!  Yuuuh! Fiiiyt!

     Veli Ağa’m “yuh!” çeken kalabalığa döndü:

     – Bana yuh çekmek ha! Seçimden sonra görüşeceğiz sizinle. Yolunuzu da yaptırmayacağım, sizlerden meclis üyesi de almayacağım. Hatta yerinizi istimlâk edeceğim! Aha iki deste pangunut getirmiştim. Hepsi gömgöv yirmilik! Onu da dağıtmıyorum size. Binin arabaya arkadaşlar, gidiyoruz!

     Cüre Bekteş arkasından yetişti:

     – Onlar adına özür diliyom Ağa’m! Deste bende kalsın, ben dağıtırım başkanım!

     – Kimin vurduğu belli olmayan bir tepikle yere düştü Cüre. Kafasına bir iki yumruk da ben vurdum.

     Kara Mercedes, ıslık ve “yuh!” sesleri arasında geldiği yoldan akıp gitti.

     Kahve milleti arkalarından bağırıyordu:  

     – Bizi pissinene oy yok! Bizim bir bardak çayımızı içmeyene oy yok!

     Galiba içimizde en telaşlı adam Hapçı Bayram’dı. Hem düz ara sövüyor, hem çırağına emirler yağdırıyordu:

            – Koş oğlum koş, arkalarından yetiş! Çaylar beleşe gitti! Para vermeden gitti deyyus! Senin ölüne bir tas su verenin!..

            Baktım bizim Cüre Bekteş de sövüyor Veli Ağa’ya.

            – Sen niye sövüyon ulan yağcı, dedim.

            Beni duyduğu yoktu:

            – Ulen bu kâğıt, seçim kâğıdı! Pangunut diye elime seçim kâğıdını  kıstırmış şerefsiz! İnşallah tez günde helvanı yerik  emi!

Sürmeli Ali anlattı:

            Fazla uzun sürmedi. Develisi gün bir reis adayı daha çıka gelmez mi! Meğer biz ne bulunmaz bir Hint kumaşıymışız da haberimiz yokmuş ağam!  Eee… Buğday başak verince, orak pahaya çıkarmış!

            Bu defa gelenlerin saltanat kayığı yoktu. Belli ki çulsuz bir şey… İki çarkıt araba ile girdiler Şen Sokak’ın köşeden. Harp müziği vuruyor! Yine bizim Hapçı Bayram’ın kahvesinin önünde arka arkaya durdular.

            Ağzımız Veli Ağa’mdan yandı ya, hepimiz öküzün trene baktığı gibi bakıyok arabalara. Baktım, bizim Sefil Melo istifini bile bozmamış. Tombalacı Sülemen oyun masasından kalkmamış. Cüre Bekteş buzağısını tanımayan inek gibi bön bön…

            Yine de ayıp olmasın, “Misafir, Tanrı misafiridir!”diye toplandık.

            Öndeki arabadan bıyıkları kartal kanadı, uzun kara pardösülü genç bir adam indi. Sanırsın ki Deli Yürek mübarek! Arkasından tapır tapır aveneleri döküldü. İki metre geriden yürüyorlar. Kurban olduklarımın hepsi birbirine benzer: kara pardösülü, nohut kelleli, çengel bıyıklı, azgın bakışlı…

            Hapçı Bayram kulağıma eğildi:

            – Hey gadasını aldığım, hepsi de Ceyhan pavyonlarının kabadayıları gibi maşallah! Sadece yumurta topuk beyaz kunduraları eksik. Bunlar hangi kavimden acaba?

            – Demeye kalmadı,  arabadan inen kartal kanadı bıyıklı genç adam, sağ eli havada davudi bir sesle konuştu:

            – Kirvelerim, eğer kabul buyurursanız misafiriniz olmaya, bir sıcak çayınızı içmeye geldim!

            “Sıcak çay” sözü dalga dalga yayıldı. Herkes önce birbirine, sonra kartal kanadı bıyıklı adama baktı…

            – Hapşuu, diye öksürdü Sefil Melo. Gıcık tuttu da, dedi.

            Bir çakal pafkırması da Cüre Bekteş’ten  geldi:

            – Öheh öhe öhe!

            Dombalacı,  yumurtlayacak tavuk gibi gıdakladı:

            – Gıt gıt gıdaak!

            Kartal kanadı bıyıklı genç adam, hafif bozulur gibi olduysa da aldırmadı. Daha biz “Hoş geldin ağam!” bile demeden başladı tek tek ellerimizi sıkmaya, koçlar gibi kelle tokuşturmaya. Amma ne tokuşma ağam! Kütürtüsünü bir kilometre öteden dinle! Hepsinin elleri keltepen, kafaları çekiç… Küt küt vurdukça şakaklarımız morardı. Sandık ki kafa kemiğimiz çatladı. Sıra Uluk Bekir’e gelmişti ki,

            – Aman ağam, dedi, ben iyi vuruşamam! Benimki sonraya kalsın!

            Gülüştüler.

            Gene masaları birleştirdik, sandalyeleri yanaştırdık. Hiç vakit kaybetmeden  önlerine çayları koyduk . İşin ucunda imtihan var ağam! Hepimizin gözü çaylarda tabii. Pusuda bekleşiyok.  İçecekler mi, içmeyecekler mi? Dünkü gelenler gibi bizi pissinecekler mi, pissinmi­ye­cek­ler mi? Çünkü oyumuzu ona göre vereceğiz.

            Kartal kanadı bıyıklı reis adayı, önündeki masaya konan çaya şöyle bir baktı. Avenesi de baktı. İçerlerse alkışlayacağız, içmezlerse “Yuh!” çekip kovacağız.

Birden ayağa kalktı, aldı bardağı eline, aslan sütü arak kadehini kaldırır gibi kaldırdı havaya, “Çay değil bu!” dedi. Sustu. Herkesin kanı damarlarında buz tuttu. “Yuh!” sözü çıktı çıkacak ağzımızdan. O devam etti: “Çay değil bu, tavşankanı mübarek!” Hey pala bıyıklarına kurban olduğum, kaynar maynar demedi, bir dikişte indirdi sıcak çayı midesine. “Ohh!” dedi. Bir ala buhar çıktı ki ağzından görme gitsin! Börtlendi ağzı, yandı ciğeri.

            Bir alkış, bir alkış! Sanki çinkoya dolu yağıyor. Şaşırdı pala bıyıklı genç adam. Ağzı ala buharlı konuştu.

            – N’oluyor yav, dedi. Bu ne kıyamet?

            Daha biz neden alkışladığımızı söylemeden,

            – Çayı çok severim, dedi. Bir bardak çay kesmez beni! Hele de kirvelerimin elinden olursa! Bir bardak daha! Avenesi de aynı kendi gibi içiyordu.

            – Çaysamışsın başkanım, dedi Saddam. Sekin sekin iç. Kaynar çay ciğerlerini börtler alimallah!

            – Börtlesin, dedi. Buraya kadar gelip de bir bardak sıcak çayınızı içmeden gitmek bizim kitabımızda yazmaz!

            Bir alkış daha koptu.

            – N’oluyor Allah aşkına, ne bu şappik, dedi.

            – Dün bir  baba geldi, içmedi çayımızı. Bizi pissindi, dediler.

            – Öyle mi? Semaver getirin, kurun şuraya, dedi.

            Semaveri getirip kurduk ortaya. Kara duman tütüyor. Şeker ve çay alması için Hapçı’nın eline para kıstırdı. İçtikçe içtiler. Adamlar ölmüş çay diye taman!   

            – Acıktık, demez mi kartal kanadı bıyıklı adam!

            Bir gülüşmedir gitti.

            – Şaka mı yapıyon başkanım, dedik.

            – Ne şakası yahu! Baya acıktık, dedi.

            – Sacda yağlı çöz kavurduk,  yer misin ağam? 

            – Çöz dediğiniz ne ola ki?

            – Boklu bağırsak, bağırsak yağı, tuz, kırmızıbiber…

            – Ooo, dedi. Oduncunun gözü omçada, dilencinin gözü çömçede olurmuş. Çok severim! Kokoreç, derler buna. Yufka ekmeğin içine şöyle dürüp, dudağının kenarından yağını akıta akıta yemesi yok mu hani, bayılırım ona!

            Avanesine döndük,

            – Siz de yer misiniz gadasını aldıklarım,  dedik.

            Hüseyin Baradan bıyıklı olan cevap verdi:

            – Tilkiye, “Tavuk yer misin?” demişler, “Güldürmeyin beni!” demiş. Tabii ki  yeriz!

            Bir alkış daha koptu. Bizim kahve milleti durur mu? Bir tempo daha tuttu:

            – Pala Remzi! Pala Remzi!

            – Yahu, dedi reis adayı, benim adım Pala Remzi değil!

            – Olsun, dedik, sen bizim Pala Remzi’mizsin!

            Çok geçmeden yağlı çöz dürümleri geldi. Dürüm mü ki sana ne deyim, her birisi yarım metre.  Birer bardak da ekşi ayran… Kıtlıkta kalmış gibi yediler. Sanırsın ki kırk yıllık açlar. Hele de Pala Remzi… Ye babam ye!

            Eee… Çengi ölüsü çalgı ile kalkarmış ağam! “Siyah Kelebekler” hazır. Bir gıygıtı başladı ki görme gitsin:

            “Eşarbını yan bağlama,

            Ben söyleyim sen ağlama.”

            Altında etek, parmaklarında zil, çıktı masa üstüne bizim Köçek Ali. Adam oryantal ya ağam, başladı şakırtada şakırtada döktürmeye…

            – Durun, dedi Pala Remzi. İki eli havada ayağa kalktı. Herkes sustu. Davul, zurna sustu, kemane sustu. Köçek Ali bostan korkuluğu gibi kaldı masada.

            – Türk’ün töresinde köçek yok, halay var, dedi. Davul zurna gelsin, vur Köroğlu’nu!    Sağ elinde oyalı kırmızı mendil, geçti halayın başına. Bizler de arkasına. Kadın, kız, kızan dizildik. Bir oynadı, pir oynadı. Arkasından Halebi… Valla ne yalan söyleyim ağam, başkan iyi Halebi oynuyor. Yakışıyor  da.  Avenesi de kendisi gibi oyuncu. Gömgöğ tere battılar.

            Oyun bitti.

            – Seçilirsem ne istiyorsunuz benden, dedi.

            – Hiçbir şey istemiyok, dedik.

            Şaşırdı.

            – Olur mu canım, dedi. Dileyin benden ne dilerseniz!  Yol, su, iş…

            – Hiçbir şey istemiyok, dedik.

            Daha da çok şaşırdı.

            – Allah Allah, dedi.

            – Biz adam yerine konmak istiyok ağam, dedik.

            Sustu, bekledi:

            – Bundan sonra sizi, bu ilçenin kirveleri ilan ediyorum! Belediye Meclisinde bununla ilgili karar çıkaracağım.

            Alkışlar, alkışlar…

            Vallahi adam gaza geldi ağam. Çekti belinden on dörtlük ummanı,  bulutlara doğru bir tarak boşalttı.

            Hey gurban olduğumun yarattığı! Bundan büyük şeref mi olur? 

            ……….

            Çuvalınan değil, haralınan oy verdik.

            Vallahi biz kazandırdık bu çengel bıyıklı herifi ağam!

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz