Önce iyi haber
Bildiğiniz gibi Dünya’mız çok ağır ve tehlikeli bir karbondioksit salınımı tehdidi altında. Bu tehdidin, günlük hayatımıza da açıkça etki etmeye başlayan “buzulların erimesi, küresel ısınma, denizlerin seviyelerinin yükselmesi, mevsim ve iklim değişikliği, aşırı yağışlar, çölleşme” gibi birbiriyle bağlantılı birçok ölümcül etkisi var.
Küresel Karbon Bütçesi 2019 Raporu’na göre Dünya’mızı en çok kirleten ülkeler -sırasıyla- Çin, ABD, Hindistan, Rusya, Japonya, Almanya, İran, Güney Kore ve Kanada.
Ben, bu tür istatistiklerde sıralamadan çok orana dikkat ederim.
Dünyadaki “insan eliyle” karbon salınımının yaklaşık üçte biri (10.5 milyar ton) Çin kaynaklı. Ardından 5.4 milyar ton ile ABD geliyor. Hindistan’ın karbon salınımı 2.7, Rusya’nın 1.7, Japonya’nın 1.2 milyar ton. Türkiye 430 milyon ton ile 15. sırada.
Kişi başına karbon salınımında ise ABD 16.6 ton ile ilk sırada yer alıyor. Bu miktar Çin’de 7, AB toplamında 6.7, Hindistan’da 2 ton. Türkiye kişi başına karbon salınımında 5.2 ton ile toplam salınım oranına göre daha kötü durumda.
Uzatmayayım: Koronavirüs sebebiyle kapanan fabrikalar ve azalan sanayi üretimi sonrası yapılan yeni ölçümlerde, Çin’deki karbon emisyon oranının Şubat ayında yüzde 25 azaldığı tespit edilmiş.
“Karbon salınımı yüzünden ölen insan sayısı, Koronavirüs sebebiyle ölenden kat be kat fazla ve süreklilik arz ediyor.” gibi bir yorumla elma ile armudu karşılaştırmaya çalışmıyorum elbette fakat Koronavirüs’ün insan üzerindeki en belirgin etkisi “nefes almasını engellemek” iken, gezegenimiz üzerindeki etkisinin “nefesini açmak, nefes aldırmak” olduğu kesin.
Artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak mı?
Koronavirüs günlerinde en çok duyduğum cümle bu desem yanlış olmaz herhalde:
“Artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak.”
Şahsi fikrim tam tersidir.
Hayat normale döndüğünde, insanlar da devletler de yavaş yavaş eskisi gibi olacak.
Doğrudur, büyük olaylar sonrasında, zaman zaman yönetim şekillerinde, ekonomi politikalarında, sosyal hayatta vs. değişiklikler olmuştur fakat uzun süreli değil.
Olacakları öngörebilmek için tarih okumak yeterli.
Yaşlı dünyamız ne salgınlar, depremler ve başka doğal afetler, katliamlar, savaşlar, ekonomik krizler gördü de bunlardan ders aldık mı?
İkinci Dünya Savaşı’nı yaşayanların çoğu hâlâ sağ. Kaç milyon insan öldü bu savaşta, kaç milyon insan sakat kaldı, kaç milyon insan sürgün edildi, kaç milyon insan tecavüze uğradı, kaç milyon insan akıl sağlığını kaybetti; 60 mı, 70 mi, 100 mü? Ne değişti?
ABD’nin 1929 Borsa Krizi’nden 2008 Mortgage Krizi’ne, 1997 Asya Krizi’nden en ağırının içinde bulunduğumuz Türkiye’nin yaşadığı onlarca ekonomik krizin hangisinden ibret aldık?
Adına ister “Demokrasi” deyin, ister “Komünizm”, “Faşizm” veya “Krallık” ya da “Sultanlık”; yönetenlerinize istediğiniz adla ve sıfatla hitap edin, fark etmez; “Liberalizm, Kapitalizm, Devletçi, Karma ” olsa da ekonomik sisteminiz, hepsi denendi. Denenmeyen ne kaldı da yeniden bahsediyoruz?
Hem her yeni, iyi değil ki?
Hiçbir şeyin eskisi gibi olmaması için insanların “hırslarına” gem vurmaları gerekiyor ki değişim olumlu yönde olsun.
Beni karamsar bulduysanız şöyle yapalım isterseniz:
Bir an için de olsa dünyanın devasa sorunlarıyla ilgilenmeyi bırakıp kendi içimize dönelim: Örneğin Koronavirüs sorunu bittiğinde “hekimlere saldırı” bitecek mi veya saldırmayanların sesi, saldıranların yumruklarından kadar güçlü olacak mı? Örneğin -iki günlük sokağa çıkma yasağında aç kalmaktan korkarak marketleri talan ettiğimize göre- tarım topraklarımızı, ormanlarımızı, suyumuzu talan etmekten, kirletmekten vazgeçecek veya vazgeçmeyenleri caydıracak kadar tek yürek olabilecek miyiz? Örneğin çiftçimizin kıymetini anladık mı? Örneğin israfın yerini tasarruf alacak mı? Örneğin Toprak Mahsulleri Ofisinin ve depolarının önemini fark ettik mi? Bilimin önemini gerçekten anlayabildik mi? Okulumuz, iş yerimiz, komşularımız, arkadaşlarımızla… ilgili düşüncelerimizde olumlu yönde sürdürülebilir bir değişiklik oldu mu? Bir kan anonsu duyduğumuzda koşacak mıyız bundan sonra? Bütün bunlarla ilgili tutabileceğimiz sözler verdik mi kendimize?
İnşallah!..
Bunlar zor sorular değil ve kendimize daha yüzlercesini sormak için çok zamanımız var.
Komplo teorileri üzerine
Bu tür sağlıkla ilgili krizlerde ortaya atılan en meşhur komplo teorisi, ilaçtan sağlık malzemelerine kadar birçok üretimi olan uluslararası ilaç ve malzeme şirketlerinin kasten hastalık yaydıkları ve sonra da tedavi için kendi ürettikleri ilaç ve malzemeleri sattıklarıdır.
Koronavirüsle birlikte ilk ortaya atılan komplo teorisi yine bu oldu.
İkinci en yaygın komplo teorisi, ABD’nin, Çin’i çökertmek için bir virüs geliştirdiği ve bunu Çin’de yaydığı idi ki geldiğimiz noktada ABD’nin durumu Çin’den çok daha kötü olduğu için iddiayı ispatlamak günden güne zor hâle geldi. Durumun kendilerini aptal durumuna düşürdüğünü fark eden teorinin inananları şöyle bir savunma geliştirdiler: “ABD, bu defa kendi kazdığı kuyuya düştü.”
(An itibarıyla ölüm oranı açık ara ABD’nin aleyhinde olduğundan, “ABD’yi çökertmek için virüsü Çin geliştirdi ve yaydı. Anlaşılmasın diye bir süre kendi insanlarını bile feda ettiler.” gibi bir komple teorisi yaymak için şartlar son derece müsait ama bu kadarını da Amerikalılar düşünsünler artık! Ne de olsa uzmanlık alanları!)
Üçüncüsü komplo teorisi ile komplo teorisyenleri başka bir boyuta geçtiler: Onlara göre dünya nüfusu aşırı artmıştı ve nüfusun 500 milyona indirilmesi gerekiyordu. Koronavirüs de bunu sağlamak üzere laboratuvarlarda üretilmişti.
Rastladığım bütün iddia sahiplerine sordum:
Tamam da dünya nüfusunu azaltmak isteyenler ile amaçlarını gerçekleştirmek için Koronavirüs üretip yayanlar kimlerdi?
Aynı cevabı veren kimseye rastlamadığım. Belli ki kimse sorunun cevabını bilmiyordu ama kimse de iddiasından vazgeçmedi.
Asıl merakımı ise hep sona sakladım: Böylesine önemli, dolayısıyla gizli bir bilgiyi nasıl oluyordu da herkes biliyordu?
Bu soruya mantıklı bir cevap verene de rastlamadım.
Dördüncü komplo teorisi, üçüncü ile bağlantılı. Hedefin yaşlılar olduğu söyleniyordu. İnsanları, yaşlıların öldürüleceğine ikna etmek biraz daha kolaydı çünkü Koronavirüs daha çok yaşlıları öldürüyordu (tümden gelim.). Hâlbuki birçok hastalık yaşlıları daha çabuk öldürüyordu ama konu bu değildi; konu, yaşlıların bakım ve emeklilik maliyetlerindeydi. Onları öldürerek masraflarından kurtulunacak, böylece kalanlar daha iyi şartlarda yaşayabilecekti.
Komplo teorilerini sevmem ama sevdiğim şöyle bir tarafları da yok değil: Birbirlerini tekzip etmeleri.
Örneğin ilaç şirketleri, parayı yaşlılardan kazanıyor çünkü en çok onlar hastalanıyor. O halde yaşlıları niçin öldürmek istesinler? Aynı çelişki, insan sayısının azaltılmasının doğuracağı sonuçlar için de geçerli: 7,5 milyar insana ilaç satmak varken 500 milyon insana satmanın neresi ticari? Öyleyse üçüncü ve dördüncü teori, birinci teoriyi yalanlıyor, doğal olarak birinci teori de üçüncü ve dördüncü teoriyi. İkinci teori ise, seyriyle kendi kendini tekzip etti zaten.
Tiye almakla birlikte aslında “komplo teorisi” konusu önemli çünkü komplo teorileri, “algı operasyonlarının” en etkili silahı. Bu yüzden, komplo teorilerine karşı savaşmak hiç de kolay değil.
Bir cümlenin yarattığı etki ile bir devleti yok etmek bile mümkün. Yöntem gayet basit ve bu yöntem, “nasıl olup da çok gizli olması gereken bir bilgiyi herkesin bildiği” sorusunu net bir şekilde cevaplıyor:
Komplo teorini ortaya at ve sıradan insanların onu yaymasını keyifle izle.
Komplo teorisyenleri, insanların kendilerini ispatlama güdülerini büyük bir ustalıkla kullanırlar: Örneğin bu tür kitaplar, en çok satan kitaplar arasındadır; böyle filmler ve böyle televizyon programları ise en çok seyredilenler arasında. Sonra Koronavirüs’ten daha hızlı yayılan ve zihinleri öldüren “ağızdan ağıza/kulaktan kulağa yayma” başlar.
Bana göre, komplo teorilerini yayarak aslında “asıl komplo”ya alet ediliyoruz çünkü komple teorileri, doğrudan ve dolaylı olarak asıl komployu gerçekleştirmek için kullanılıyor. Dolayısıyla komple teorileri de birer komplo ve komplocularla, komplo teorisyenleri aynı kişiler, devletler vs.
Örneğin Saddam’ı yok edip Irak’ı çıkarlarınıza hizmet edecek şekilde yeniden yapılandırmak istiyorsunuz ve bir savaş kararı vermeniz gerekiyor fakat bunun sizi iktidardan etmemesi de gerekiyor. Öyleyse halkınızı savaşın meşruluğuna inandırmanın bir yolunu bulmanız lazım. Aynı durum müttefikleriniz ile şu ya da bu şekilde yanınızda olmasını istediğiniz devletler için de gerekli.
Hatırlayalım:
Önce, Saddam Hüseyin’in kimyasal silah ürettiği iddia edildi ve bu iddia dalga dalga yayıldı. O günleri yaşayanlar kendilerine sorsunlar, iddiaya inandılar mı inanmadılar mı? Çoğunluk inandı. Amaç gerçekleştirildikten sonra anlaşıldı ki aslında Saddam’ın kimyasal silah üretimi bir komplo teorisinden ibaretmiş. Komplo teorisi, gerçek niyeti, önce insanların dikkatinden kaçırmak, sonra da gerçekleştirmek için kullanılmış ve insanların çoğunluğu bu komploya alet olmuş.
Sürekli komplo teorilerinden bahsedenlerin, söylediklerinin gerçek olduğu konusunda insanları ikna etmek için kullandıkları basit ama çok etkili bir yöntemleri var: Daha önceki iddialar ile ilgili gerçekleşmeler. Hâlbuki bu gerçekleşmelerin tamamına yakını, önemli hatta korkunç etkilerine rağmen belli aralıklarla gerçekleşen olaylardan ibaret…
Birlikte düşünelim: Sadece 20. yüzyılda iki dünya savaşı olmuş. Makine devriminden önceki savaşların önemli bir kısmına da -o zamanların şartlarını dikkate alarak- “dünya savaşı” dememek için bir sebep yok bence. Virüsler ve mikroplar ile depremler için de aynı durum geçerli. Örneğin 1347-1351 yılları arasında süren Kara Ölüm salgınında 200 milyon kişi ölmüş ya da 541-542’de Bizans Gribi 30 ila 50 milyon kişiyi öldürmüş. 20. yüzyıldaki salgınlar, yüzyıllar öncekilerin yanında devede kulak.
Bu yüzden diyorum ki: Bırakalım şu komplo teorilerini ki komplocular amaçlarına ulaşamasınlar.
Biz bilime odaklanalım çünkü olay ve başlangıç sebebi ne olursa olsun, sebebini de tedavisini de bulacak olan bilim.
Peki, insanlık, virüs üretip yayacak bilgiye ve imkana sahip mi? Elbette sahip fakat sahip olmak başka, yaymak başka… Mermi değil ki attığın yönde ilerlesin.
Bir garip sokağa çıkma yasağı
Haberi, kulağımda kulaklık, iki defa dinlediğim hâlde anlayamadığım türev piyasalar ile ilgili bir konuyu pürdikkat anlamaya çalışırken aldım: “Cadde, panayır yerine döndü, insanlar sokaklarda…”
Halkımızın azımsanmayacak bir kısmının “Sokağa çıkmayın!” uyarılarını -affedersiniz- sallamadığını bildiğim için haber pek ilgimi çekmedi doğrusu ama “Manava sipariş verelim mi?” sorusu dikkatimi dağıtmaya yetti. Hâlbuki gündüz “Yarın alırız.” diye konuşmuştuk. Dolayısıyla “Yarın alacağız ya!” dedim ama Hanım, “Alamayız.” dedi. “Niye?” diye sordum; oğlum, “Sokağa çıkma yasağı ilan edildi.” dedi. Kalkıp balkona yürüdüm. Aman Allah’ım! Bu ne hâl böyle!.. Arabalar caddede sıra sıra ilerliyor, insanlar dükkânların önüne yığılmış.
Şimdilik bu aymazlığın kaçımızın hayatına mal olacağını bilmiyoruz ama daha fazlamızı öldüreceği kesin.
Bana göre sokağa çıkma yasağı ilan etmede geç kaldık zaten ve bu iki günlük süre -hele dün akşam olanlardan sonra- çok az. “Geç kaldığımız” konusunda ısrarlıyım çünkü Koronavirüs’le mücadelede başarılı olan ülkelerin başarılarının ardındaki gerçek, sokağa çıkma yasağı. Onların tecrübesini kullanmalıydık. Okullarla birlikte sosyal hayatı da tatil etmediğimiz için virüsle geç muhatap olmanın çok önemli avantajından istifade edememiş olduk.
Sokağa çıkma yasağının ilan edilme zamanına tepkiliyim, hatta öfkeliyim. Böyle durumlarda sürü psikolojisi ile hareket edildiğini, zekânın ve aklın tatile çıktığını bilmek için illa psikolog, psikiyatr veya sosyal psikoloji uzmanı olmak gerekmiyor. Gerekiyorsa da soraydınız, bir sürü bilim insanı var bu ülkede. Kurulan bilim kurullarındaki bilim insanlarının da dün akşam olan biteni, kararın zamanlamasından uygulanmasına kadar hiçbir tarafını onayladığını sanmıyorum.
Dahasını söyleyeyim: Bilim Kurulu üyelerinin sokağa çıkma yasağını baştan beri istedikleri artık biliniyor. Bu konudaki soruları geçiştirmelerinin başka bir anlamı yok. Böyle olmakla birlikte karardan ve zamanlamasından haberdar olduklarından şüpheliyim. Hâlbuki günlerdir bize, kararların onların tavsiyesiyle alındığı söyleniyordu. Belediye başkanlarının haberinin olmadığını ise kendi beyanlarından öğrendik ki haber verilmemesinin mantıklı bir sebebini bana kimse anlatamaz. Daha da önemlisi: Sağlık Bakanı’nın haberi var mıydı?
Diğer tarafta lafın önünü ardını dinlemeden marketlere, manavlara, suculara vs. saldıranlar var ki onlara bir şey demeyeceğim çünkü dersem çok ağır derim.
Sokağa çıkma yasağının zamanlamasını savunanlar da var elbette. Başta kararı alanlar. Şaşırmadım. En kötüsü ise “dışarı çıkan sayısının 250 bin kişi kadar olduğunu ve olası sonuçlarının abartıldığını” söylemeleri ki işte asıl eleştirdiğim, bu kafa yapısı.
Toplam sayıyı bilemem ama sadece balkonumun önünden geçen caddenin gördüğüm yaklaşık 500 metrelik kısmında yüzlerce insan vardı. Buna rağmen diyelim ki sokağa en fazla 250 bin kişi çıktı; hepsi yakın temas hâlinde olan bu 250 bin kişi, aileyle birlikte ortalama 1 milyon kişi demek. O 1 milyonun kaç kişiye virüs bulaştıracağını ise düşünmek bile istemiyorum.
Ayrıca, sokağa çıkma zamanı konusunda başka ülkelerin tecrübelerinden faydalanıldığı savunmalarını da ciddiye almıyorum. Gerçekten tecrübelerden faydalanılmış olsaydı, yukarıda da değindiğim gibi, sosyal izolasyonla sorunu en aza indirmiş ülkelerin tecrübelerinden faydalanılıp sokağa çıkma yasayı okulların kapatılması ile birlikte alınırdı.
Tersi de doğru: İtalya, İspanya ve ABD’de vakalar ve ölümler niçin bu kadar yüksek? Çünkü onlar da virüsün bulaşma kapasitesini ve hızını küçümseyerek sosyal izolasyon konusunda geç davrandılar. Başka hiçbir sebebi yok.
(Ben bu yazının son okumasını yaparken sokağa çıkma yasağı ilan edildikten hemen sonra yaşanan kargaşa sebebiyle İçişleri Bakanı Süleyman Soylu’nun istifa ettiği haberi geldi.)
Ücretsiz maske dağıtımı
Halka ücretsiz maske dağıtılacağını, maske satışının yasak olduğunu, dağıtımı PTT’nin yapacağı ilk duyduğumda “Olmaz!” dedim, “PTT, bu işin altından kalkamaz. Çok masraflı olur ve gecikir.”
Nitekim gecikti. Oysa dağıtımı yapmak hiç de zor değil. Zaten var olan dağıtım ağının maske dağıtımı için de kullanılması yeterli.
Sonra eczanelerin de devreye sokulduğu söylendi. Olur, ama kargaşayı önlemek için özellikle marketler mutlaka kullanılmalı bu iş için çünkü zaten açıklar ve zaten hepimiz buralara mecburen uğruyoruz. Tek ihtiyacımız eczane ve marketlerin ortak kullanabileceği bir sistem geliştirmek yani haftalık maske hakkını haneden kim alırsa alsın, mükerrer alımı engelleyecek bir yazılım. Dikkat ettiniz mutlaka, PTT’yi devre dışı bıraktım çünkü temas noktalarını ne kadar azaltırsak o kadar iyi. Bu anlamda eczaneler bile kullanılmamalı bence.
Ayrıca madem ekonomi de kendini döndürmeye devam etsin isteniyor, isteyen parasıyla da temin edebilsin maskeyi; niye yasaklıyorsunuz? Maske türleri için tek fiyat tespit edersiniz olur biter. Eczaneler ve marketler de satabilir çünkü zaten açıklar. Sanal alışveriş de devrede olduğuna göre, sıkıntı ne?
Belediyeleri de unutmayalım. Birçok hizmeti çok daha kolay, hızlı, masrafsız ve olması gereken şekilde halka ulaştırabilecek tek kurumun belediyeler olduğu aşikâr. Şehri en iyi bilen onlarken, ulaşımdan ekmeğe, aşevinden ilaçlamaya, sosyal yardımlara kadar son derece gelişmiş yöntem ve imkanlara zaten sahiplerken, belediyelerin ısrarla dışlanmasını anlamak mümkün değil.
Evden çalışma günleri
Son bir aydır evden etkileşimli (interaktif) çalışanların sayısında müthiş bir artış oldu ve sayı belki 30 milyonu buldu. Eğitim tümüyle eve kaydı. Birçok şirketin yanında, televizyon kanalları bile evden hizmet veriyor. Yeni bir yöntem olmamakla birlikte bizde yeni yeni uygulanmaya başlamıştı evden çalışma. Belli ki Koronavirüs sonrasında yaygınlaşma hızı artacak.
Evden çalışan sayısının artışındaki öngörülemez artış, pek övündüğümüz telekomünikasyon altyapımızın zaaflarını da ortaya çıkardı. Yapılan açıklamalardan anladık ki bu konuda dünyada 90. sıradaymışız ve bu süreçte 102. sıraya düşmüşüz. Mukayese imkanımız çok az olduğu için ne kadar geride kaldığımızı ancak araştırmalardan öğrenebiliyoruz.
Telekomünikasyon konusu, sosyal medya kullanımı ve internette vakit geçirmenin çok ötesinde bir öneme sahip. Geliştirilmesi için yapılacaklar şimdiden bir kenara not edilmeli.
Son söz
Koronavirüs sorununun sebep olduğu iki temel sorun var: sağlık ve ekonomi.
Yönetenlerimizin iki sorunun ciddiyetini de yeterince anlayabildiğini sanmıyorum. Bu cümleyi rahatlıkla kuruyorum çünkü doların, enflasyonun ve faizin birlikte tavan yaptığı günleri de çok önceden, sebepleriyle ve sonuçlarıyla, adım adım yine böyle yazılarla haber vermiştim.
Sağlıkla ilgili tavrımın “Evde otur!” olduğu malum. Bunu sağlayacak ve düzenleyecek olan hükûmettir. Çalışması gerekenlerin hareketleri ve ulaşımları planlanır, gerisi evde oturmaya mecbur edilir. Yoksa Koronavirüs daha çook can alacak. Kurtulanlarda bırakacağı tahribatları da unutmayalım.
Ekonomi ile ilgili ilk günden beri ısrarla söylediğim iki çözüm var: Para bas ve dolar bul.
Dolar nereden bulunacak? Yakın tarihlerde ABD hisselerini, ABD’ye kızıp sattığımız ve el konulur endişesiyle altınlarımızı ülkemize taşıdığımız için ABD Merkez Bankasının desteğinden mahrumuz (Öfkeyle kalkan…). Geriye IMF kalıyor. IMF de ABD demek zaten. IMF’ye gitmiyoruz çünkü hükûmet bakımından bunun siyasi sonuçları ağır olur. IMF’nin ekonomik şartlarında başka borç bulabileceğimiz yer yok. Varsa bile onlar da ABD ile ilişkili. Üstelik normal bir zamanda değiliz, para herkese lazım. Şimdi swap yoluyla kısa vadelerle borçlanmaya çalışıyoruz ama yapabilsek bile doğrudan ve dolaylı toplam maliyetinin, IMF ile yapılacak bir anlaşmanın maliyetinden çok çok fazla olacağı belli.
Bu şartlarda IMF ile anlaşmak ülkemizin geleceği için daha doğru olacaksa, iç siyasi sonuçları bir kenara atılmalıdır. Benim gözümde devlet adamı, -meşhur tabirle- “gelecek seçimleri değil, gelecek nesilleri” düşünendir.