Uzmanlar, en yakıcı sorunlardan biri olan önlenebilir anne ölümlerinin azaltılması için, özellikle ergen yaşta gebelikler ve çocuk yaşta erken ve zorla evliliklerin önlenmesi gerektiğinin altını çiziyor.
Uluslararası Çocuk Merkezi (ICC) ve Başkent Üniversitesi Kadın-Çocuk Sağlığı ve Aile Planlaması Araştırma ve Uygulama Merkezi (BÜKÇAM) tarafından hazırlanan “Türkiye’de Cinsel Sağlık ve Üreme Sağlığı Durum Analizi Raporu”, CİSÜ Platformu’nun 28 Nisan’da düzenlediği çevrimiçi konferansta sunuldu.
CİSÜ Platformu Yürütme Kurulu Üyesi Bahar Yavuz’un moderatörlüğünde düzenlenen etkinlikte, Başkent Üniversitesi BÜKÇAM Müdürü ve TAPV Yönetim Kurulu Üyesi Prof Dr. Ayşe Akın, Uluslararası Çocuk Merkezi Başkanı Prof. Dr. Tomris Türmen, Uluslararası Çocuk Merkezi Adolesan, Gençler ve Kadın Sağlığı ve Hakları Program Koordinatörü Dr. Ayşegül Esin ve Başkent Üniversitesi Tıp Fakültesi Halk Sağlığı Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Doç. Dr. Sare Mıhçıokur konuşmacılar arasındaydı. Konuşmacılar, pandemi koşullarında hazırlanan raporun ortaya koyduğu verileri değerlendirirken eğitim ve sağlık alanında yürütülmesi gereken politikalar konusunda da somut önerilerde bulundu.
Uluslararası Çocuk Merkezi Başkanı Prof. Dr. Tomris Türmen konuşmasında; “Türkiye’de Cinsel Sağlık ve Üreme Sağlığı Durum Analizi Raporu”nu hazırlarken son 5 yılın bilimsel yönden fotoğrafının çekildiğini, yoğun literatür incelemesi ve araştırması yapıldığını ve çarpıcı sonuçlara ulaşıldığını söyledi. Özellikle önlenebilir anne ölümlerinin kabul edilemez olduğunu belirten Türmen: “Biz bu konuşmayı yaparken halen dünyada 1000 kadın aslında önlenebilir nedenlerle hayatını kaybediyor” dedi. Prof. Dr. Tomris Türmen, toplumsal cinsiyete dayalı şiddete de değindiği konuşmasında, şiddetin ortadan kaldırılmasının çocuklara çok erken yaşta toplumsal cinsiyet eşitliğini öğretmekle mümkün olduğunu belirtti.
Türkiye’de önlenebilir nedenlere bağlı anne ölümleri oranı %62
Nitel araştırması 15 Ekim-21 Aralık 2020 tarihlerinde yürütülen rapora göre, Türkiye’de önlenebilir anne ölümleri, tüm anne ölümlerinin 3’te 2’sini oluşturuyor. Başkent Üniversitesi BÜKÇAM Müdürü ve TAPV Yönetim Kurulu Üyesi Prof. Dr. Ayşe Akın, önlenebilir anne ölümlerinin halen bu denli yüksek olmasına ilişkin şu sözleri kaydetti: “Aslında Türkiye’nin anne ölümleri konusunda geçmişi, bir başarı öyküsüdür. Anne ölümleri içinde sağlıksız düşüklerin payını yasalar ve hizmetlerle önemli ölçüde düşürdük. Ne var ki hala önlenebilir nedenlere bağlı ölüm yüzde 62. Kırsal kesimde bu oran kentlerin iki katı. Bu fark, ekonomik eşitsizliklerin sağlığa erişimi engellediğini ve sağlıkta hak temelli yaklaşımın yetersiz olduğunu gösteriyor.”
Uluslararası Çocuk Merkezi Adolesan, Gençler ve Kadın Sağlığı ve Hakları Program Koordinatörü Dr. Ayşegül Esin ise anne ölümlerinin düşürülmesi için toplumsal cinsiyet odaklı sağlık anlayışının benimsenmesi gerektiğini ve bu kapsamda bir eğitim sürecinin aciliyetini vurguladı; “Uluslararası Nüfus ve Kalkınma Konferansı’nın 2030 için belirlediği hedeflere ulaşabilmek, kadının toplumdaki statüsünün yükseltilmesinden ve toplumsal cinsiyet eşitliği sağlanmasından geçiyor. Ayrıca, sağlık personeline tazeleme kursları, hizmet içi eğitimler verilmeli. Güvenli doğum hizmetleri ve eğitimli sağlık çalışanlarının yardımı ile doğumların yapılması, anne ve bebekte sağlık risklerinin azaltılması için savunuculuk çalışmaları ile özellikle gebenin kayınvalidesi de dahil ailesine iletişim, eğitim ve danışmanlık verilmesi kritik önemde” ifadelerini kullandı.
Konferansta öne çıkarılan en çarpıcı sonuçlarından birisi de giderek artan ergen gebeliği ve buna bağlı olarak gelişen riskler oldu. Dr. Ayşegül Esin de konuşmasında, özellikle önlenebilir anne ölümlerinin azaltılması için, özellikle ergen yaşta gebelikler ve öncelikle çocuk yaşta erken ve zorla evliliklerin önlenmesi gerektiğinin altını çizdi. “Türkiye genelinde ergen kız çocuklarının birinci ölüm nedeni hamilelik ve doğum. Ergen yaşta gebelikler ve öncelikle çocuk yaşta erken ve zorla evliliklerin önlenmesi, atılması gereken en acil adımlardan bir tanesi” diye konuştu. Rapora göre, Türkiye’de her üç ergen gebelikten birisi erken doğumla sonuçlanıyor. Konuşmacılar, özellikle Türkiye’de çocuk yaşta, erken ve zorla evlilikleri meşrulaştıran söylemlerin ergen hamileliği oranlarını artırdığını, Suriyeli göçmenler arasında ergen gebelik oranlarının çok daha fazla olduğunun altını çizdi. Türkiye’de yaklaşık 3,6 milyon kayıtlı Suriyeli göçmenler arasında yapılan araştırmaya göre, her 100 ergenden 39’u ya anne ya da hamile.
Başkent Üniversitesi Tıp Fakültesi Halk Sağlığı Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Doç. Dr. Sare Mıhçıokur da bu veriler ışığında yaptığı sunumda, gençlerin kapsamlı cinsel sağlık eğitiminden geçmelerinin önemini vurguladı. “Bu alana dair eğitim programlarının örgün eğitim müfredatı içerisinde, sistematik olarak yaşa uygun yapılandırılmasına yönelik savunuculuk faaliyetleri yürütülmeli. Ergenlerin özellikle cinsel yolla bulaşan enfeksiyonlar, istenmeyen gebelikler, cinsel istismar konuları hakkında detaylı bilgiye ulaşımı, istismarla karşılaşma halinde başvuru mekanizmaları, hukuki yardım süreçleri, acil telefon numaraları hakkında bilgilendirilmeleri sağlanmalı. Okullarda cinsel sağlık ve üreme sağlığı konusunda danışmanlık hizmeti alınabilecek danışmanlık merkezleri açılmalı” cümlelerini kullandı.
Öte yandan konferansta, ergen gebeliğinin yarattığı bir diğer sorun olarak sezaryen oranlarının artmasına işaret edildi. Rapora göre, Türkiye’de doğumların yüzde 52’si sezaryen ile gerçekleşiyor. Bu oran, Avrupa ve dünya ortalamasının bir hayli üzerinde. Dünya Sağlık Örgütü sezaryenle doğum oranının yüzde 10-15 olmasını ideal olarak tanımlıyor.
Doç. Dr. Sare Mıhçıokur konuşmasında ayrıca, raporun sunduğu verilerin, Türkiye’de kadın ve kız çocuklarının cinsel sağlık ve üreme sağlığı konusunda yaşadığı en büyük zorluklardan birisinin de doğurganlığın düzenlenmesi olduğunu söyledi. Doç. Dr. Mıhçıokur, “Son 5 yılda modern ve geleneksel yöntemlere ilişkin kadınların bilgi düzeylerinde belirgin bir azalma olduğu görülmekte. İstenmeyen gebelikler yüzde 15-46,2 civarında ve kadınların yüzde 45,8’i gebe kaldığı sırada herhangi bir yöntem kullanmadığını ifade ediyor” dedi.
Rapora göre doğurganlığın düzenlenmesi konusunda karşılanmamış ihtiyaç, Türkiye Nüfus ve Sağlık Araştırması (TNSA) 2013 sonuçlarında yüzde 6 iken, 2018 sonuçlarında ikiye katlanarak yüzde 12’ye yükselmiş durumda. Buna göre, Türkiye’de her 3 aileden 1’inin aile planlaması hizmetleri ihtiyaçları karşılanamıyor, yani yüzde 33’ü etkili gebeliği önleyici yöntemlere ulaşamıyor. Mıhçıokur, bu verilerin, son yıllarda yükselen kürtaj karşıtı, doğurma yanlısı politikaların bir sonucu olduğunu ifade ederken şu ifadeleri kullandı: “Yasal çerçeve olmasına rağmen uygulamadaki zorluklar, engeller nedeniyle kadınların istenmeyen gebeliklerin sonlandırılması hizmetlerine ulaşamadığı görülüyor. Eşin rıza vermemesi, tıbbi düşük ilaçlarının ruhsatlandırılmaması gibi yasal kısıtlamalar, ‘yazılı olmayan’ kürtaj karşıtı, doğumdan yana politikalar da kürtajı ya da isteyerek düşük yapmayı giderek zorlaştırıyor.”
Toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin de anne ve bebek sağlığını olumsuz etkilediği, araştırmanın önemli bulguları arasında. Dünya Ekonomi Forumu’nun 2020 Toplumsal Cinsiyet Uçurumu Raporu’na göre Türkiye, 153 ülke arasında 130’uncu sırada. Bununla birlikte sağlık hizmetleri engelliler, gençler, göçmenler, kadınlar, LGBTİ+’lar gibi dezavantajlı grupların ihtiyaçlarına uygun olarak düzenlenmiyor; bu gruplar cinsel sağlık ve üreme sağlığı hizmetlerine erişimde daha çok sorun yaşıyor ve ayırımcılığa maruz kalıyor. Raporun bu bölümüne ilişkin detaylara konuşmasında yer veren Türkiye Aile Planlaması Vakfı (TAPV) Yönetim Kurulu Üyesi Prof. Dr. Ayşe Akın, özellikle sağlık konusunda savunuculuk yapan örgüt ve derneklere seslendi: “Araştırma sonuçlarının en önemli ve ortak bulgusu, dezavantajlı grupların cinsel sağlık ve üreme sağlığı hizmetlerine gereksinimlerinin diğer herkesle aynı ölçüde olduğunu, ancak bu hizmetlere erişimlerinin olmadığı. Bunun ardında yatan neden, bilinçli ya da bazen de bilinçsiz ayrımcılıkların yapılıyor olması. Bu nedenle savunuculuk çalışmalarında üzerinde durulması gereken şey, devletin bu grupları güvence altına alması, temel görevi gereği bu gruplara sahip olduğu hakları ve hizmetleri sunabilmesi ve ayrımcılık yapılmamasıdır.”
[mc4wp_form id=”25750″]