Röportaj: Metin Ertunç
Önce, “Her şey ekonomi değil” dedi, ekonominin öznesinin insan olduğunu hatırlatarak. Yalın Alpay ile birlikte kaleme aldığı kitabı, “Mucize çözüm yoktur, sadece senin aklına gelmemiştir” diyerek insanı rahatlatan, farklı bir bakış açısı sunuyor. Ardından “Paylaşmasak olmazdı” da filmi günümüzden geriye sarıyor. Yine Alpay ile birlikte yazdığı kitabında 2015 yılından geri giderek, 2000’li yılların ekonomik, politik ve sosyolojik bir panoramasını ortaya koyuyor. Son olarak ikili, ‘Moulla’nın Sanatı’ kitabında sıra dışı ressam Fikret Mualla’yı anlatıyor. Kitapta Fikret Mualla için yapılan şu yorum belki de en ilgi çekici olanıdır: “Yine de birbirine en benzeyen, kendini en yinelediği resimlerinde bile mutlaka sıradışı ve farklıdır.”
Kendisi de sıra dışı ve farklı olmayı başarmış bir iktisat profesörü Emre Alkin. TV yorumculuğu, köşe yazarlığı, öğretim üyeliği, pek çok kurum ve kuruluştaki görevleri ve son olarak yazarlığı ile kendine has bir duruş sergiliyor. Telefonla ulaştığımızda bir toplantıdan çıkmış, bir diğerine gitmeye hazırlanıyordu. Kendisinden, “İmalat Sanayiinde Doğrudan Yabancı Sermaye Yatırımlarının Artırılması İçin Alınması Gerekli Tedbirler” gibi, başlığı bile insanı yormaya yeten bir konu üzerine görüş bildirmesini istemiştik. ‘Bana bir saniye verin, kulaklığımı takayım, hemen başlayabiliriz’ dedi.
Açıkçası, telefonun bir ucundaki ben, öbür ucundaki bir iktisat profesörünün rakamlarla konuşacağını düşünmekle hata etmişim. Ben rakamlarla soru sormaya çalıştıkça, onun aslında çok daha önemli bir konuya; ‘işin felsefesine’ dikkat çektiğini anlamam biraz süre aldı.
“İlk yapılacak şey, yepyeni şeyler söylemek!”
Türkiye’nin şu an uyguladığı ve çok başarılıyım dediği bir iktisat modeli olmadığına inandığını ifade eden Prof. Dr. Alkin, ilk yapılacak şeyin, yepyeni şeyler söylemek olduğunu söylüyor. Bu yepyeni şeylerin ne olduğunu ve işin felsefesini gelin hep birlikte Alkin’in o zarif ve nüktedan üslubuyla öğrenelim…
“Yabancı sermaye yatırımlarının ekonomik büyümeye olan etkisi yadsınamaz. Yabancı sermayeyi bir ilaç olarak tarif etmeye kalksak; en güzel vitamin olarak tarif edebiliriz herhalde. Çünkü eğer vücudunuza aldığınız besinlerde yeterince vitamin yoksa ekstra olarak eksiğinizi dışarıdan tamamlamak durumundasınız.
Yabancı sermaye böyle bir şey işte. Ama bir de makbul olanı var; öyle kısa vadeli dönemde gelip, bono, tahvil, hisse senedi gibi kağıtlar için geleni değil kalıcı olanı makbuldür. Kalıcıdan kastım, sanayi veya hizmet sektöründe kalıcı şekilde birer sabit sermayeye dönüşmesidir.
Türkiye Cumhuriyeti’nin yabancı sermayeye olan ihtiyacı için pek çok neden sayabilirim. En basitinden; cari açığın kapanması için yabancı sermayeye ihtiyaç var. Ancak bu konuyu çok derinleştirmeye gerek yok.”
Türkiye’ye 2015’te 16 milyar dolar yabancı yatırım geldi. Bir önceki yıla oranla yüzde 32 oranında bir artışa karşılık gelen bu durumu neye bağlıyorsunuz?
Ben yabancı yatırımcı rakamlarının, özellikle yabancı sermaye giriş rakamlarının Türkiye için iç kırılmaya yeterli olmadığını düşünüyorum. Türkiye’ye şu an bahsettiğiniz 15, 16 milyar dolarlık yabancı yatırım girişi, normalde zaten herhangi bir gelişen ülkeye de giriyor. Yani dolayısıyla 2015’in 2014’den daha iyi olması beni motive etmiyor.
Kendimize göre değil de bize benzer ülkelere göre bakarsak, yabancı sermayede çok geride olduğumuzu görürüz. Yani, bize gelmiyor yabancı sermaye. Dünyada dolaşan yabancı sermaye miktarı büyüdükçe elbette bize gelen rakam da büyüyecek. Fakat bu rakamlar, Türkiye’ye yakışan rakamlar değil. Bir kere bunu söylemek lazım. O yüzden bunu bir başarı gibi görmenin mümkün olduğunu düşünmüyorum.
Ama hükümet üyelerinin açıklamalarına bakılırsa, doğrudan yabancı yatırımların ülkemize daha fazla çekilmesi adına pek çok kolaylıklar getirdiklerini söylüyorlar. Bahsettiklerinizle bir tezat yok mu sizce?
Tezat şurada; mesela siz diyorsunuz ki ben çok güzel bir sanat eseri yaptım ama kimse almıyor. Ben de diyorum ki; ‘sen kimsenin talep etmediği bir işi insanlara sunuyorsun’. Dolayısıyla bizim ekonomik modelimiz eski paradigmalarla yapılıyor. Köprü, baraj, inşaat yapmak…. Yurt dışında, o güçlü ülkeler, büyük ülkeler marka tasarım, inovasyon, Ar-ge’de çok ileri gittikleri için, bu sektörlerde bizim kolaylık diye gösterdiğimiz şeyleri artık almak istemiyorlar.
Bir de biz ihaleleri sanki çok rekabetçiymiş gibi gösteriyoruz ama maalesef ihale şartnamelerimiz çok sert. Dolayısıyla ihaleye girecek olan firmaların sahip olması gereken şartlar, dünyadaki en büyük firmaların sahip olmadığı ama Türkiye’deki firmaların sahip olduğu şartlar. Yani dolayısıyla bunlar hep tepki çekiyor. Diyorlar ki siz bizi ihalelere sokmak istemiyorsunuz. Ama diyorsunuz ki Türkiye’de çok iş var. Var ama Türkiye’de fırsat yok.
Yani iki sebepten dolayı zararımız var. Bir tanesi, Türkiye’nin sunduğu şeyleri yatırımcılar belki istemiyor. Yani yatırımcılara iş sunuyormuş gibi yapıyoruz ama aslında sunduğumuz falan yok. Dolayısıyla bu gerçeğin bir kere altını çizmek ve muhakkak bunu gözden geçirmek lazım.
Bir de vergi politikalarımızdan, dış ticaret erişimine kadar hiç biri birbiriyle eş güdümlü gitmeyen, tuhaf uygulamalarımız var. Tabii, bunlarla yabancıları aldattığımız zaman zorluk çekiyoruz. Mesela, ihracat yapın diyoruz. İhracat yapmak istediğimiz ülkelerin mallarını satın almıyorsak, onların ürettiği malların ülkeye girişine türlü türlü engeller çıkarıyorsak, o ülkeler niye bizim malımızı satın alsın? Değil mi?
“Türkiye’nin bir iktisadi felsefesi yok!”
Buradaki hata şu; Türkiye’nin bir iktisadi felsefesi yok. Dışardan bakan yatırımcı, buranın nasıl bir memleket olduğunu anlaması lazım. Yani liberal bir memleket mi, komünist bir ekonomik model mi uygulanıyor. Olabilir tercihtir tüm bu saydığım modeller. Ama Türkiye’de ne olduğunu anlamıyor insanlar. Karma ekonomik bir model desek o değil; hani Atatürk’ün iktisat kongresinden sonra uyguladığı ve çok başarılı olduğu o sistem. Yani Türkiye’nin şu an uyguladığı ve çok başarılıyım dediği bir iktisat modeli yok. Başarılı olduğu bazı işler var. İşte onlarla da büyüme ayakta duruyor, tüketime dayalı bir şekilde. Ama yabancı yatırımcı, yurt dışından baktığında hükümetin sunduğu şeylerin ne olduğunu anlamakta güçlük çekiyor.
Şu çok açık ki dışarıya çok popüler mesajlar veriliyor. Fakat iş yapmak dediğimiz şey popülerlik değil, aksine popüler söylemleri kaldırmaktır. Yatırım dediğimiz şey karşılıklı kardır. Dolayısıyla Türkiye kar etmek istemiyorsa yatırımcı niye buraya gelsin. Bana göre olayın özeti budur.
Şu çok açık ki dışarıya çok popüler mesajlar veriliyor. Fakat iş yapmak dediğimiz şey popülerlik değil, aksine popüler söylemleri kaldırmaktır. Yatırım dediğimiz şey karşılıklı kardır. Dolayısıyla Türkiye kar etmek istemiyorsa yatırımcı niye buraya gelsin. Bana göre olayın özeti budur.
Buradan şu sonuca varabilir miyiz? Sizce, Hükümetin doğrudan yatırımları daha fazla çekmesi için belli sektörleri belirleyip bunlar üzerine bir strateji oluşturması mı gerekiyor? Artık alıştığımız baraj, yol, köprü işlerinden vazgeçip daha sanayiye ve üretime yoğunlaşan, doğrudan yabancı yatırımcıları bu sektörlere çekecek bir sistem mi oturtulması lazım?
Kısaca işin özeti şu; bir, ilk yapılacak şey, yepyeni şeyler söylemek. Yepyeni bir iktisadi ekonomik hikaye yaratmak gerekiyor. Yani ‘Türkiye ekonomisi bundan sonra böyle büyüyecek’ diyebileceğimiz bir hikaye. Bunun için de bir felsefe lazım. Bizde bu felsefe eksik.
Şöyle bir bakın; bir kere Bakanlar koordineli bir şekilde konuşmuyorlar. Her konuda herkes fikrini beyan ediyor. Faiz oranlarından tutun da dış ticarete kadar. E bu kadar birbirinden ayrı, bir biriyle çatışan cümleler kuran bir Bakanlar Kurulu, kimseye güven vermez tabii.
“Bir, savunduğunuz ekonomik modelin felsefesi olacak. İki, bu ekonomik felsefeye uygun konuşmalar yapılacak. Üç, ilk önce kendi iş adamını sevecek ki başkasının iş adamını da sevsin. Kendi iş adamını sevmeyen, yabancı sermayeyi sever mi?”
Dolayısıyla, bir, savunduğunuz ekonomik modelin felsefesi olacak. İki, bu ekonomik felsefeye uygun konuşmalar yapılacak. Üç, ilk önce kendi iş adamını sevecek ki başkasının iş adamını da sevsin. Kendi iş adamını sevmeyen, yabancı sermayeyi sever mi? Dolayısıyla, bürokratlar da devlet idaresinde düzenleyici otoritede görev alanlar da bir kere iş adamını, yabancı yatırımcıyı sevecekler. ‘Yahu bu adam ne iyi yapıyor da geliyor memleketimize, ne iyi yapıyor da istihdam yaratıyor, ne güzel katma değer yaratıyor, ben buna ne kadar yardımcı olabilirim’ diyecekler. Ama bunun da kanunlara uymasını sağlamak lazım. Yani bürokrasi, hem devletin ciddiyetini koruyacak hem de bu insanların yarattığı istihdama, katma değere cesaret verecek girişimlerde bulunacak. O yüzden girişimcilik, devlet memurundan öğrencisine, iş adamından politikacısına kadar insanımızın ruhuna işlemeli. Ne yazık ki biz böyle bir ülke değiliz. Bunu kabul etmek lazım. Biz girişimcilikten hoşlanmıyoruz, girişimciliği benimsemiyoruz.
Biraz ayrıntıya girelim isterseniz. En çok yatırımı hizmet ve finans sektörünün, ardından da sanayi ve enerjinin aldığı görülüyor. Size göre bu tablo neyi ifade ediyor? Bu tabloda imalat sanayinin yerini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Tablonun böyle olması, bizim gerçekçi olmamamızdan kaynaklanıyor. Önce gerçekçi olalım. Türkiye’de üretim yapan sektörlere bir bakın. Metali bük, plastiği eğ, ondan bir tane cep telefonu veya televizyon çıkar. Bunların hepsi zaten dünyada çok ciddi rekabet alanı. Türkiye’deki sanayici farklı, sıra dışı, marifetli bir şey yapamıyor ki. Araba üretmek benim işim mi? Ama elektrikli araba üretmek benim işim. Bu önemli. Ama araba üretmek bir şey değil. Pek çok ülke otomobil üretiyor zaten. Yani Uzakdoğu’daki elli – altmış bin kişinin çalıştığı fabrikalara yetişemeyiz. Böyle bir gücümüz yok.
Bir başka örnek vereyim; dünyanın küresel markaları olan Adidas, Nike, Puma bunların üçü de Uzakdoğu’da üretim yapıyorlar. Bunların fabrikaları yoktur biliyor musunuz? Bunlar tasarım firmalarıdır. Dünyada en ucuz ama en yüksek teknolojili ürünü ürettirecek ülkeyi ararlar. Şimdi bizim İthalat Genel Müdürlüğü diyor ki (aynen böyle yazabilirsiniz); ‘Ya bunlar niye Türkiye’de üretilmiyor’. Ben de soruyorum. Bir, Türkiye bunları niye üretsin? Çünkü maliyetler pahalı. Türkiye’de elli altmış bin kişinin çalıştığı, yüksek teknoloji üreten böyle bir kuruluş yok. İki; Türkiye böyle şeyleri üretmeli mi?
Özetle; ürettiğimiz bir sanayi politikamız yok. Neyimiz var; sanayi taktiklerimiz var. O sanayi taktikleri de Türkiye’de böyle devasa, çok yüksek teknoloji üreten bir tasarım da içermiyor. Çünkü böyle tasarlanmamış. Araba üretecek, cep telefonu üretecek, buzdolabı üretecek, ev elektroniği üretecek, çamaşır makinesi üretecek. Ben de soruyorum, bu mudur koskoca Türkiye’nin geldiği yer?
“Türkiye Cumhuriyeti kendisine yakışan sanayi ile yükselmeli”
Uzay, havacılık, tıbbi hassas optik aletler, nanoteknoloji, bilişim, çeşitli aşılar, kanserle mücadele ilaçları vb. Türkiye’ye yakışan şeyler bunlar. Türkiye’ye yakışan şey lastik ayakkabı üretmeye çalışmak değildir. Üretemezsin de zaten. Adam yüz yıl boyunca üretmiş, çalışmış, denemiş, test etmiş. Yüksek tasarım bu ürünlerine milyarlarca dolar para harcamış. Ondan sonra gidip Uzakdoğu’da ürettirmiş. Biz niye bunlara rakip olmaya çalışıyoruz ki? Senin böyle bir markan yok. O yüzden Ülker gidip Godiva’yı satın alıyor. Ülker lüks çikolata pazarına Ülker markası ile mi çıktı? Hayır; Godiva ile çıktı.
“Aslında, sanayi politikamızdan tutun da eğitim politikamıza kadar ‘züccaciye dükkanına girmiş fil’ misaliyiz. Bu yüzden koca koca sanayicilerimiz yurt dışında partner bulmakta zorluk çekiyorlar.”
Bu sıralarda bir de ‘milli’ meselesi var. Milli sanayi… Zaten Türkiye Cumhuriyeti’ndeki tüm fabrikalar millidir. İsterse yabancının olsun. Bir kere küresel olmak isteyen bir şey, milli olamaz.
Aslında, sanayi politikamızdan tutun da eğitim politikamıza kadar ‘züccaciye dükkanına girmiş fil’ misaliyiz. Bu yüzden koca koca sanayicilerimiz yurt dışında partner bulmakta zorluk çekiyorlar. Çünkü partnerler diyor ki; ülkenize gelelim ama sizin vergi uygulamalarınız, cezalarınız, ithalat rejiminiz, dış ticaret rejiminiz neresinden bakarsan bak sürekli sizi tehdit altında bırakıyor. Şimdi yatırımcı bu tehditleri mi düşünecek yoksa vizyon mu üretecek? Nasıl davranacak? Yani adam inovasyon düşüneceğine, sürekli nakit akışı düşünür hale geliyor. ‘Aman oradan vergi cezası mı gelecek, buradan başka cezalar mı gelecek?’ diye düşünüyor.
O yüzden bu veriyi ortaya koymadan önce, yabancılar neden gelmiyor demeden önce, sanayicilere yurt dışından neden ortak gelmiyor demeden evvel bir daha işin bu tarafına bakılmalı.
Bugün sizin de dahil olduğunuz kıymetli sanayicilerin oluşturduğu sivil toplum kuruluşlarına sorun; ne sanayi ne de ticaretle alakalı kolaylaştırıcı şeyler yok Türkiye’de… Türkiye’de işleri zorlaştırıcı şeyler var. Tek elden hiç bir şey yürümüyor. Dokuz tane ayrı bakanlığa sorarak iş yapıyorsunuz.
Küçük esnafa, bir kafeye, bir kafe restoran zincirine kadar bir müsaade almak için kimlerle uğraşıyorsunuz; bir günde şirket açıyorsunuz ama gereken izni almak için aylarca koşturuyorsunuz. Şimdi bu durumu yabancı yatırımcı görmüyor mu zannediyorsunuz? Burada bir sürü avukatlık şirketi var. ‘Türkiye’de bir şirket açarsak başımıza hangi belalar gelir, bize rapor yolla’ deyin, 200 sayfalık rapor çıkıyor ortaya. Bizim ülkemizde ne yazık ki profesyonelimiz de bürokratımız da bir iş nasıl yapılmaz onun kafasında.
Şimdi yanlış anlaşılmasın. Ben bu kararları alan kurulların da içerisindeyim. Sabahtan akşama kadar verdiğim kavga bu yönde. Bana göre, nereden bakarsanız bakın planlama teşkilatı ya da bugünkü adıyla Kalkınma Bakanlığı matematik konuşturmuyor. Sadece aritmetik konuşturuyor. Tabii hesapları üst üste koy, ‘bak biz böyle gidersek böyle olacağız’ de. Bunu herhangi bir istatistik odası da yapar. Türkiye’de evelallah teknik kapasitesi, mevzuat kapasitesi üstün binlerce kişi var. Bizim mevzuat yazmak ya da bir proje yapmakla ilgili bir sıkıntımız yok. Bizim felsefe ile ilgili bir sıkıntımız var. Yani biz iş yapmak istemiyoruz. Bu kadar basit.
Ülke olarak bakış açımızda, bakanlarımızda, siyasetçilerimizde, iktidarında, muhalefetinde bir felsefe boşluğu var. Bugün Türkiye’nin öncelikli olarak ‘hangi ekonomik felsefeyle’ çalıştığını gösteren bir anayasaya ihtiyaç vardır. Ardından da sadece vatandaşın devlete değil, devletin vatandaşa görevini ifade eden bir anayasa değişikliğine ihtiyaç bulunmaktadır.
Peki, bu konudaki son mesajınız ne olacak?
Bakın; iş yapmak bir alışveriştir. Ülkelerle münasebetlerinizi veriş-alış tarzında düzenlerseniz daha güzel olur. Bir ülkenin malını almayacağım diye yemin ediyorsunuz ve bunu basın yoluyla açıklıyorsunuz; sonra aynı ülkeye mal satmak için ticaret heyetleri düzenliyorsunuz. Bu bir paradokstur.
Dolayısıyla ülke olarak bakış açımızda, bakanlarımızda, siyasetçilerimizde, iktidarında, muhalefetinde bir felsefe boşluğu var. Bugün Türkiye’nin öncelikli olarak ‘hangi ekonomik felsefeyle’ çalıştığını gösteren bir anayasaya ihtiyaç vardır. Ardından da sadece vatandaşın devlete değil, devletin vatandaşa görevini ifade eden bir anayasa değişikliğine ihtiyaç bulunmaktadır. Mevcut anayasaya sadece vatandaş mı tabi? Devlet de tabi. Bizde bir felsefe boşluğu var. Bunun sebebi de devletin kurgulanmasının iş yaratmaya yönelik olmamasıdır. Şu anda Türk sanayinin geldiği yer bana göre ‘mucizedir’. Başta Mustafa Kemal Atatürk olmak üzere bugüne kadar bu hükümet de dahil var gücüyle sanayinin önde gitmesi için çalışan siyasetçiler, milletvekilleri müstesna, sanayimizin geldiği noktayı böyle tek tük sivil toplum kuruluşlarının temsilcilerine borçluyuz. Siz de bunlardan birisiniz.
Önümüze engeller çıkaracaklar. Ama kimseye karşı eğilmeden bükülmeden doğru şeyleri söylersek, istediğimiz yere gideceğimize inanıyorum. Hala umudum var yani.
Not: Türkiye İşveren Sendikaları Konfederasyonu’nun (TİSK) yayın organı İŞVEREN dergisi için Sayın Prof. Dr. Emre Alkin ile yaptığım bu röportaj, derginin Mayıs-Haziran 2016 sayısında yayınlanmıştır. Röportajın orijinali için dergi sayfasını ziyaret edebilirsiniz: İŞVEREN Mayıs-Haziran 2016 Sayısı