Bu sorun o kadar canımı sıkıyor ki yazıya nereden başlayacağımı bilemiyorum, nasıl toparlayacağımı da…
Bu sorun o kadar uzun zamandır canımı sıkıyor ki yazmazsam olmazdı.
Bu sorun o kadar önemli ki çözülmeden, ekonomik, sosyal, siyasi hiçbir sorunumuzun kalıcı olarak çözülemeyeceğinden, hiçbir zaman huzur bulamayacağımızdan eminim. Bence en önemli beka sorunumuz bu.
Sorunumuz, özellikle son birkaç yıldır ülkemizde en fazla kullanılan kelimelerden biri ile ilgili:
Hain!
“Türkiye’nin gelişmesine engel olmaya çalışma.” gibi suçlamalar da bana göre “hain” ile aynı anlama geliyor.
Hain kimdir?
Türk Dil Kurumu “hain”i “sıfat” olarak şöyle tarif etmiş:
“Hıyanet eden (kimse); zarar vermekten, üzmekten veya kötülük yapmaktan hoşlanan (kimse); kötü niyeti olan (kimse).”
“Hainlik” bu kadar kötü bir insan özelliği. Belki de en kötüsü.
Kelimeler, hisleri tam olarak açıklayamaz. Dolayısıyla bu tarifleri okuduğumuzda, “hain” dediğimiz birileri varsa o kişilere karşı hissettiklerimizin çok azını hissederiz. “Hain!” olduğunu düşündüğümüz kişilerin hayatımızdan tamamen çıkmasını hatta ölerek çıkmasını hatta ve hatta büyük acılar içinde ölerek çıkmasını isteriz. Böyle tepkilere etrafınızda ve bilhassa sosyal medyada sıkça rastladığınıza eminim.
Bu yorumumu acımasız bulanlar okumaya biraz ara verip kendilerini dinlesinler. Hâlâ acımasız buluyorlarsa onları canıgönülden kutluyorum.
Birbirimize niçin “Hain!” diyoruz?
Sanki birbirimize “hain” demek için bahane arıyor, her fırsatı değerlendiriyor hatta bundan garip bir zevk alıyoruz.
Aslında başkasına “Hain!” diyerek kendimizin “vatanperver” olduğunu ispatlamaya çalışıyoruz.
İşin tuhaf tarafı ise şu:
Birbirlerini “hainlikle” suçlayan, damgalayan, yaftalayan, aşağılayanların neredeyse tamamı birbirlerini vicahen hatta gıyaben bile tanımıyorlar.
Bu akılalmaz ruh hâlinde siyasilerin fazlasıyla etkisi olduğunu düşünüyorum. Fitili ateşleyen, söylemleriyle toplumu kışkırtıp yönlendirenler çoğu zaman onlar. Gerçi toplum neyse siyasetçisi de odur fakat yine de tarafını tuttuğumuz siyasetçilerin söylemleri bizim söylemlerimizin ana belirleyicisi oluyor.
Siyasetçilerin neredeyse her dediğinin, her yaptığının doğru ve gerçek kabul edilmesi tuhaf ve üzüntü verici ama böyle!..
Maalesef yıllardır bu ülkede yaşayan insanların siyasi sebeplerle birbirlerini, özellikle siyasetçilerin kendilerini desteklemeyenleri “Hain!” olarak suçladığı, damgaladığı, yaftaladığı, aşağıladığı rezil bir ortamda yaşıyoruz!
Demokrasinin neresindeyiz?
Halbuki demokrasi ile yönetilen bir ülkede yaşıyoruz ve demokrasinin en önemli özelliği “karşıt düşüncelerin özgürce ifade edilebildiği” yönetim biçimi olmasıdır. Belli aralıklarla bu düşünceler “oy” ile ifade edilir.
Demokrasilerde “eşitlik” ve “adalet” kavramları soyut birer kavram olmaktan çıkar ve ete kemiğe bürünür.
Bu özelliklerden hareketle “demokratik devlet”i şöyle tarif edebilirim: Demokratik devlet, vatandaşlarının eşit hisseye sahip olduğu bir tüzel kişiliktir.
Bir şirket düşünün ve ortaklarının hepsi aynı hisse miktarına dolayısıyla aynı oy hakkına sahip. Şirketin yönetimini seçme konusunda da yöneticilerden hesap sorma veya mükâfatlandırma konusunda da şirket faaliyetleri hakkında olumlu veya olumsuz fikir beyan etme konusunda da…
Bu kadar basit.
Neye göre hainiz veya değiliz
“Hain!” konusunu bir örnekle somutlaştırayım ki nasıl bir yanlış içinde olduğumuz daha iyi anlaşılsın. Sayamayacağımız kadar çok örnek var aslında birbirimize “Hain!” demek için kullandığımız. Son günlerin örnekleri Kanal İstanbul, Libya’ya asker gönderilmesi ve yerli otomobil.
Örneğin ben “Kanal İstanbul’a” karşıyım.
Niye karşıyım?
“Kanal İstanbul’u yapalım.” diyenler diyorlar ki:
1. Yılda 6 milyar dolar ila 8 milyar dolar arasında para kazanacağız.
Ulaştırma ve Altyapı Bakanlığı verilerine göre İstanbul Boğazı’ndan 2018 yılında 41.103 gemi geçmiş. Yılda 6 milyar dolar kazanabilmek için her geçen gemiden 145.974 dolar alınması gerekiyor. Bu kadar para alınabilir mi? Süveyş ve Panama Kanallarından geçen gemilerden alınabiliyormuş. Panama Kanalı’ndan geçen gemilerden, tonajına göre 40.000 ila 200.000 dolar alınıyormuş. Alınıyormuş ancak Panama Kanalı ile yol binlerce km kısalıyor. Keza Süveyş Kanalı da yolu binlerce km kısaltıyor.
Kanal İstanbul’un yolu kısaltma avantajı yok. Üstelik İstanbul Boğazı’ndan bedava geçebilecek bir gemi niye 200.000 dolara yakın para ödeyip Kanal İstanbul’dan geçsin?
Kanal İstanbul’u savunanlar bu soruya, yoğunluktan dolayı gemilerin İstanbul Boğazı’nı geçmek için Marmara Denizi ve Karadeniz’de günlerce beklemek zorunda kaldığını, bekleme maliyetinin, ödeyecekleri parayı gözden çıkarmalarını sağlayacağını söylüyorlar. Böyle olacağının garantisi var mı? Yok. Sonuçta onların inisiyatifinde, “Bekleme yapma, ver parayı geç (!).” diyemezsiniz.
Aslında toplam kâr hesabında bir yanlışlık var: İstanbul Boğazı’ndan geçen gemilerin tamamı Kanal İstanbul’dan geçecekmiş gibi hesap yapılıyor. Tamamını Kanal İstanbul’a yönlendirirseniz bu defa da hem para verip hem beklemek zorunda kalacaklar. Böyle bir duruma kim razı olur! Dolayısıyla yüksek miktarda para da ödeyeceklerini düşününce, gemilerin yarısının Kanal İstanbul’a yönlendirilebileceğini söylemek bile fazla iyimserlik olur.
2. Kanal İstanbul açıldığında İstanbul Boğazı tanker trafiğine kapatılacak.
Açık konuşalım: Bunu ABD gibi bir güç hâline gelmeden yapamazsınız.
3. İstanbul Boğazı’ndan geçen gemi sayısı her geçen yıl artıyor. Dolayısıyla kaza riski artıyor.
Doğru değil.
Birincisi geçiş için günde izin verilen gemi sayısı belli. İsteseniz de artıramazsınız çünkü İstanbul Boğazı’nın kapasitesi belli. Bazen, Boğaz’ın gün boyu tek bir geminin geçişine tahsis edildiği bile oluyor.
İkincisi, Ulaştırma ve Altyapı Bakanlığının verilerine göre 2006 ila 2018 arasında yılda geçen gemi sayısı şöyle: 54.880, 56.606, 54.396, 51.422, 50.871, 49.798, 48.329, 46.532, 45.529, 43.544, 42.553, 42.798, 41.103.
Görüldüğü gibi geçen gemi sayısı artmamış, tersine azalmış. Geçen gemi sayısının azalması, paralı geçişte gelirin azalacağı anlamına gelmiyor çünkü geçiş bedeli tonaj üzerinden hesaplanıyor. Nitekim İstanbul Boğazı’ndan geçen gemi sayısı 12 yılda yaklaşık yüzde 25 azalmış olmakla birlikte tonaj yüzde 45 artmış. Yeni taşıma yolları açılmaz, yeni yöntemler geliştirilmezse artmaya da devam edecek görünüyor.
Peki, kaza riski artıyor mu?
Bana göre artmıyor? Bugüne kadar olan kazalar, alternatif bir boğaz açmak için mazeret olamaz çünkü kaza olacaksa Kanal İstanbul’da da olur. Belki virajı daha az olacağı için daha az kaza olabilir ama İstanbul Boğazı’nda geçmişte yaşanan kazaların şehre öyle dişe dokunur zararlar verdiği de söylenemez. Kazalardan ders çıkarılarak alınan tedbirler sayesinde uzun süredir bir kazaya da şahit olmadık.
“Kanal İstanbul yapılsın.” diyenlerden bu üç sebep dışında bir sebep duydunuz mu? Ben duymadım (İlgili Bakan’ın sebebi aşağıda. Buraya uygun bulmadım).
“Kanal İstanbul yapılmasın.” diyenler diyorlar ki:
1. Zaten fazla nüfus barındıran İstanbul’un nüfusuna milyonlarca kişi daha eklenecek ve İstanbul iyice yaşanmaz bir şehir hâline gelecek.
Nüfusun ilk etapta 1,5 milyon civarında artacağını Kanal İstanbul taraftarları da kabul ediyorlar. Benim anlayamadığım, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı döneminde “İstanbul’un nüfusunun artmasının önüne geçilmesi için şehre girişe vize uygulanması gerektiğini” söyleyen Sayın Cumhurbaşkanı’nın nasıl bu noktaya geldiği (İstanbul’un nüfusu 1994’de 8.622.600 iken şu anda 15 milyonun üzerinde). Gerçi o zamanlar 3. Boğaz Köprüsü’ne de karşı çıkmış, “cinayet” olduğunu söylemiş ve “TEM’in kuzeyinde kalan akciğerimizin yok edilmesi demektir.” demişti ama kaderin cilvesine bakın ki sonra 3. Köprü’yü kendisi yapmak zorunda kaldı ve aynı sebeple kendisini uyaranları -ki bunlar o zaman kendisine destek vermişlerdi- ağır ifadelerle eleştirdi.
2. Şehir, Trakya’ya doğru büyüyecek ve çok değerli tarım alanları yok olacak.
Kanal İstanbul’un sadece İstanbul’u değil, özellikle batısındaki bütün yerleşim yerlerini büyüteceği ve çok verimli tarım alanlarının betonlaşarak yok olacağı gerçeğine kimsenin itirazı yoktur sanırım çünkü böyle olacağını bilmek için uzman olmaya gerek yok.
3. Yılda elde edileceği söylenen 6 ila 8 milyar dolar gelir hesabı yanlış.
Bu madde ile ilgili görüşümü “Kanal İstanbul yapılsın.” diyenlerin 1. maddedeki tezlerini değerlendirirken paylaşmıştım. Bana göre de bu miktarda bir gelir elde edilemez. Bir ihtimal yarısı olabilir fakat bu da umurumda değil çünkü bu ülkenin onlarca, belki yüzlerce milyar kazandırabilecek o kadar çok kaynağı yeterince ve gereğince değerlendirilmiyor ki o alanlara yatırım yapılması çok daha gerçekçi ve risksiz olur.
Sadece planlı tarımla Kanal İstanbul’dan kazanacağımızın çok daha fazlasını kazanmamız mümkün.
4. Kanal İstanbul, ekosisteme ve çevreye zarar verecek. Kanal İstanbul, karada ve denizlerde doğal yaban hayatına geri dönüşü olmayan zararlar verirken şehrin su kaynaklarını da olumsuz etkileyecek. Daha da önemlisi Karadeniz ile Marmara Denizi arasında İstanbul Boğazı’ndaki ters akıntılar vasıtasıyla gerçekleşen su alışverişi sona erecek, Kanal İstanbul üzerinden Karadeniz’den Marmara’ya boşalacak kirli su Marmara Denizi’ndeki doğal hayatı sona erdirirken şehri ağır pis kokular saracak.
Tarım alanlarının betonlaşması ile birlikte beni en çok ilgilendiren madde bu. Özellikle ters akıntının sona ermesi, en azından Karadeniz’den Marmara’ya geçen su miktarının artmasının doğuracağı sonuçlar İstanbul’u yaşanmaz şehir hâline getirebilir. Böyle bir konuda belirsizlik olmamalı.
Bu iddialara, bu güne kadar yetkililer tarafından ikna edici bilimsel bir karşılık verildiğini duydunuz mu? Ben duymadım.
İtiraz edenlerin hazırladığı raporlar epeyce uzun. İçlerinde, itiraz etme adına akıllarına ne gelirse yazdıkları ciddiye alınmayacak maddeler de var.
Keşke iki taraf “ihanet” ve “siyaset” ekseninde sert tartışmalar yapmak yerine oturup bilimin ışığında bir karara varabilseler.
Tabii bir de “Bu da ne demek şimdi?” dedirten, Kanal İstanbul ile ilgili olumsuz düşünmeme sebep olan garip açıklamalar ve yasaklamalar var.
Örneğin Ulaştırma ve Altyapı Bakanı Mehmet Cahit Turhan, Kanal İstanbul’un neden gerekli olduğunu şöyle de izah etti:
“Yeğenim söyledi: ‘Geçen yıl Üsküdar’dan Beşiktaş’a 15 dakikada geçiyorduk, bu sene yarım saati buluyor.’ dedi. Çok yoğun deniz trafiği var.”
Bakan Turhan, Kanal İstanbul’dan birinci derecede sorumlu bakanlığın başındaki isim.
Konuşmayı dinleyince kendime şu soruyu sordum: Böylesine önemli bir konuya bu ciddiyetle yaklaşan birinin başında bulunduğu bir projeye niye inanayım ve destek vereyim?
Ayrıca, Kanal İstanbul’un çevresindeki arazinin önemli bir kısmının, Katarlılar başta olmak üzere zengin Araplara satıldığı iddialarının gerçek olduğuna inanıyorum. Arazilerin ne kadarı satıldı, ne zaman satıldı, kaça satıldı, kimlere satıldı bilmiyoruz çünkü belediyelere ve tapu müdürlüklerine apar topar bilgilendirme yasağı getirildi. Bu durumda, “Demek ki saklanacak bir şeyler var, suiistimaller var, haksız kazançlar var.” şeklinde düşünme hakkına sahibiz.
Elde edileceği söylenen gelir üzerinden bir sorgulama daha yapayım: Kanal İstanbul’un yapılmasını isteyenler Kanal’dan yılda 6 ila 8 milyar dolar kâr bekliyorlar. Yatırım maliyetinin ise yaklaşık 12 milyar dolar olacağını söylüyorlar. Bu hesaba göre yatırım kendini en kötü ihtimalle iki senede amorti ediyor. Sorular şunlar: Hükûmet, yatırımı böylesine kısa zamanda amorti edecek kârlı bir iş için niçin yap-işlet-devret modelini tercih ediyor? Buna rağmen bu müthiş kârlı işe yerli ve yabancı iş adamları niçin yatırım yapmak istemiyor?
Kanal İstanbul’a karşı çıkanlardan biri de İstanbul’un yeni Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu. Karşı çıkışında kullandığı kelimeler tam da bu yazının sebebi olan bakış açısını ortaya koyuyor. Diyor ki İmamoğlu: “Kanal İstanbul ihanettir, cinayettir, felakettir.”
İmamoğlu, İstanbul’a seçim sürecinde kullandığı yumuşak ve birleştirici dil sayesinde başkan olduğunu unutmuş görünüyor. Oysa Kanal İstanbul’un ekonomik, sosyal, kültürel, ekolojik, stratejik bakımlardan niçin yapılmaması gerektiğini bilimin ışığında anlatması, halkı bilgilendirmesi, bilinçlendirmesi gerekir. Yapılmaması gerektiğini düşündüğüne göre engelleyecek yetkisi ve gücü varsa yaptırmamaya çalışmak Başkan olarak görevidir de fakat “ihanet” kelimesini dilinden temizlemesi lazım.
Kanal İstanbul için referandum istemesi ise çok doğru ve makul bir istek. Böylesine önemli bir konuda referandum yapılması bence de doğru olacaktır.
Hadi bakalım, kim milletin kararına güveniyormuş görelim.
Peki, bu olan bitenler karşısında ben ne diyorum?
Ben, iki tarafın söylediklerini de ciddiye alıyor, dinliyor, değerlendiriyor ve kendimce bir karara varıyorum. Sonuçta vatandaşlık hakkımı kullanarak “Yapılsın.” veya “Yapılmasın.” diyorum; “Yanlış.” ya da “Doğru.” diyorum vesaire ve bunu kimseyi suçlamadan, damgalamadan, yaftalamadan, aşağılamadan yapıyorum.
İnsanlar, bu haklarını kullandıkları için “hainlikle” suçlanıyorsa o ülkenin geleceği zifiri karanlıktır.
Başta da söylediğim gibi, bu sorun çözülmeden, ekonomik, sosyal, siyasi hiçbir sorunumuzun kalıcı olarak çözülemeyeceğinden, hiçbir zaman huzur bulamayacağımızdan eminim.
Bence en önemli beka sorunumuz bu.