Parayı takip etmeye devam ediyorum çünkü paranın dışındaki gündemler kimsenin pek umurunda değil. Buna “sistem tartışmaları” da dâhil.
Muhalefet eski sistemi savunuyormuş. Muhalefetteyken savunurlar belki ama iktidara gelince iş değişir. Onca gücü kimse elinin tersiyle itmez. Yeni sistemin noksanlarının giderilmesi, yanlışlarının düzeltilmesi ise ayrı bir tartışma konusudur.
MB Başkanı Çetinkaya görevinden niçin alındı?
05 Temmuz Cuma günü para piyasaları kapandıktan sonra Merkez Bankası Başkanı Murat Çetinkaya, Cumhurbaşkanı Erdoğan tarafından görevinden alındı.
Görevden almayı, hukuk diline uygun şekilde, “usul” ve “esas” olarak ikiye ayırarak değerlendireceğim:
Alınışta “hukuki gerekliliklerin yerine getirilip getirilmediği” tartışıldı ki bu bir usul tartışmasıdır ve tartışılmaya devam edilecektir. Hukukta “usul, esastan önce gelir” ve bu kural son derece önemlidir. Devlet adamları kanunlara uymaz hatta etrafından dolaşmaya bile tevessül ederlerse kimseden hiçbir kanuna uyması beklenemez, bunun mazereti yoktur ve devlet adamlarının en fazla dikkat etmesi gereken konu budur. Usul, haklı gerekçelerle ihlal edilse dahi ortada demokrasinin d’si bile kalmaz.
Çetinkaya’nın görevden alınmasının esası Cumhurbaşkanı Erdoğan tarafından özetle üç şekilde gerekçelendirildi:
- İletişimi zayıftı.
- “Faizi indirin.” dedik, indirmedi.
- Bu tasarrufları neticesinde ağır bedeller ödendi.
MB Başkanı’nın görevden alınması ile ilgili mevzuata göre “iletişim zayıflığı” bir gerekçe değilse de “Çetinkaya’nın iletişiminin zayıf olduğu” konusunda Cumhurbaşkanı Erdoğan’a katılmamak mümkün değil. Hatta “rezaletti” ve sırf bu konu ile ilgili bir makale yazmak zorunda kalmıştım.
Çetinkaya’nın, iletişimin i’sinden anlamadığının en somut örneği, 30 Nisan’daki basın toplantısında “kamuoyu ile iletişimi” konusundaki eleştirisel soruya verdiği cevap oldu. Mealen “yaptıkları açıklamaların tam anlaşılamaması veya yanlış anlaşılması sonucunda piyasalarda meydana gelen kargaşaya niçin hemen ve daha açık ifadelerle müdahale etmedikleri” sorulduğunda şöyle dedi:
“Kargaşa, gürültü ortamında değil, sakinleşmeden sonra iletişimi tercih ediyoruz.”
Argo için mazur görün ama o anki psikolojimi en iyi böyle ifade edebiliyorum:
İnanın, devrelerimin yandığını hissettim.
Faiz sebep, enflasyon sonuç mu?
Devrelerimi yakan diğer cümle ise şu:
“Faiz sebep, enflasyon sonuçtur.”
Kesinlikle doğru değil.
Niye?
Birincisi böyle söylerseniz, örneğin ben de “Peki, faizin yükselmesinin sebebi ne?” diye sorarım ve her cevaptan sonra yeni bir soru ile devam ederim:
Faizin yükselmesinin sebebi ne? Dövizin TL karşısında değer kazanması. Dövizin TL karşısında değer kazanmasının sebebi ne? Döviz borcumuzun fazla olması ve ödemekte zorluk çekmemiz. Döviz borcumuzun fazla olmasının sebebi ne? Ekonomimizi çevirmek, büyütmek için paraya ihtiyacımızın olması. Niye ihtiyacımızı hep borç alarak karşılıyoruz? Tasarruflarımız az. Tasarruflarımız niye az? Aldığımız borçları doğru kullanabiliyor muyuz? Ne yapmamız gerekirdi, ne yaptık?
Daha sorayım mı?
Gerçek sebebi bulmak için sormak ve hepsini bir arada değerlendirmek gerekiyor. Diğer bir söyleyişle içinde bulunduğumuz ekonomik krizi doğru anlayabilmek ve çözüm üretebilmek için ekonomilerin faiz ve enflasyondan ibaret olmadığını anlamak gerekiyor.
Aslında faizin de enflasyonun da borç ihtiyacının da birer sonuç olduğunu, esas olanın önce bilim üretmek olduğunu bilmek gerekiyor.
İkincisi ekonomi biliminin, her ülkeye, her şartta uygulandığında aynı sonucu verecek formülleri yoktur. Hatta her şirketin, her ailenin, her insanın uyguladığında aynı sonucu alacağı ekonomi formülleri de yoktur.
Örneğin ABD, AB, Japonya enflasyonu yükseltmek için mücadele verirken, Türkiye düşürmek için mücadele veriyor. Bu durumda “Enflasyon ekonomiler için iyidir veya kötüdür.” denilebilir mi? Aynı şey parasal genişleme veya parasal sıkılaştırma politikaları için de geçerli. Yüzlerce örnek verebilirim.
Tip formüller yoksa ne vardır?
Sizin şartlarınız ile sizin dışınızdaki şartların dengesi vardır.
Örneğin Cumhurbaşkanı Erdoğan, faiz konusunda Trump’la düşüncelerinin örtüştüğünü söyledi.
Bence örtüşmüyor.
Niye? Çünkü aynı şekilde davranmak istiyor olmak, aynı sebeple istiyor olmak anlamına gelmez.
Örneğin biz faizleri piyasa gerçekleri dışında “suni olarak” düşürdüğümüzde döviz fiyatlarının artması gibi bir risk ile karşı karşıya kalırız. Bizim krizimizin önce dövizdeki yükselmeyle başladığını düşünürsek bu durum bir ihtimal de değildir, gerçekleşmesi kesin olan bir gerçektir. Piyasada para bollaşırsa bu paranın önemli bir kısmı döviz alımına gider.
Oysa Trump, faizi düşürerek doların değerini düşürmek, böylece özellikle Çin ile girdiği kur savaşında, ihracatta avantaj elde etmek istiyor.
Diyebilirsiniz ki: “İyi ya işte, iki tarafın da parası değer kaybediyor. Demek ki düşünceleri örtüşüyor.” İki tarafında parasının değer kaybedeceği doğru fakat biz faizi düşürerek enflasyonu düşürmek istiyoruz, Trump ise enflasyonu yükseltebilmek için faizi düşürmek istiyor.
Ya da diyebilirsiniz ki: “Faizler düşürülürse üretim artar, üretim artarsa büyüme artar, büyüme artarsa işsizlik azalır vs.”
O zaman ben de derim ki: Krize de böyle girmedik mi? 2014 başında dolar kıpırdamaya başladığında inat edilmeyip faiz birazcık yükseltilseydi, sonraki kötü günleri görmeme ihtimalimiz çok fazlaydı.
Bu kadarla bitmiyor elbette: Faiz düşürüldüğünde üretimin artması için ham madde ve ara malı almak zorundayız. Para var mı? Yok. Borç alınacak. Aldık, diyelim. O parayı, ham madde ve ara malı almak için aldığımız insanlara geri vermek zorundayız. Bu yüzden yıllardır “İthalata dayalı büyüme modeliniz gün gelecek bela olacak.” demiştik. İnanmayan, krize rağmen ve ithalat düşerken ara malı ithalatındaki artışın niçin devam ettiğini sorgulamalıdır. “Millîleşiyoruz.” kelimesinin arkasına saklanarak ülkeyi dışa bağımlı hale getirdiğimizin delili oradadır.
Asıl merakım, bu yoldan dönülüp dönülmediğidir. Dönülmemişse eğer, bilindik kısır döngüye yine gireceğiz demektir ki dönüldüğüne dair umut veren bir emare göremiyorum.
“Faiz düşsün de kur yükselirse yükselsin, iyi ya ihracatımız artar.” diyeceklere de tekrar hatırlatayım: Ekonomik kriz, kurdaki yükselme ile birlikte geldi. Üstelik geldiğimiz noktadan itibaren kurun yükselmesi ihracatımızın artmasını da sağlamaz. İhracatımızın artması, dünyada ekonomik şartların düzelmesine bağlıdır.
O yüzden bırakalım şu sihirli değnekmiş gibi formüller sunmayı da krizden ders çıkaralım. Yapısal sorunlarımız var, onlara odaklanalım. Yapısal sorunlarımızı çözmemiz zaman alacaksa da ciddiyetle ele aldığımız konusunda iç ve dış piyasaları ikna edebilmemiz halinde bile bunun ekonomimize çok olumlu yansımaları olacaktır.
Yine de her şartta acil olarak nakit paraya ihtiyacımız var çünkü birikmiş borçlarımız ve ekonomimizin çevrilmeye ihtiyacı var.
Bana göre toplu para bulmadan bu işin içinden çıkmamız çok zor ve maliyetli olacaktır. Toplu para bulmaya nispetle sorunları daha uzun vadede çözmek yolu da tercih edilebilir elbette fakat bu tercih borç alma ihtiyacını ortadan kaldırmayacağı gibi ekonomik, siyasi ve sosyal maliyeti diğer yola göre kat be kat fazla alacaktır.
Toplu para bulmak söz konusu olunca ister istemez IMF gündeme geldiği için lüzumsuz eleştirilere maruz kalmak istemem. Ben, ada takılanlardan değilim. Zarfla değil mazrufla ilgileniyorum. IMF olmaz da MIF olur veya FIM ya da IFM… ABD olmaz da Almanya olur veya Çin… Fark eder mi? Bana göre etmez. Kimse kimseye hayrına para vermez. Vermediğini içinde bulunduğumuz durumdan çoktan anlamış olmamız gerekir.
Dolayısıyla kendimizi parayı nereden ve ne şekilde bulacağımız konusunda değil, parayı bulduğumuzda yine aynı hataları yapıp yapmayacağımız konusunda sorgulamamız gerekiyor. Ben asıl bu konuda endişeliyim çünkü hiç de sorgulayacakmışız gibi bir hâl göremiyorum.
MB’nin yeni başkanı faizleri “hızlı” indirir mi?
Başlıktaki “hızlı” kelimesini tırnak içine almam şu anlama geliyor: “Eski başkan devam etseydi de faiz indirilecekti. Buna rağmen değiştirildiğine göre, yeni başkan faizleri daha hızlı indirecek.”
Herkes niçin böyle düşünüyor? Çünkü Çetinkaya’nın, “iktidarın isteğine rağmen faizleri indirmediği için” görevden alındığı söylendi.
İlk sorum şu:
Merkez Bankası başkanları faizlerin indirilip indirilmeyeceğine tek başlarına mı karar veriyorlar? Hayır. Karar, 5 kişiden oluşan MB Para Politikası Kurulu tarafından alınıyor.
Peki, faiz yükseltme veya sabit tutma kararlarına bu 5 kişiden biri itiraz etmiş mi? Hayır.
“Hayır.” ise Para Politikası Kurulunun bütün üyelerinin görevden alınması gerekmez miydi?
Görevden alınmamışlarsa şimdi nasıl olacakta şartlar değişmediği halde fazlasıyla değişmiş gibi daha bir ay önce verdikleri kararın tersi denilebilecek bir karar verecekler? Verirlerse eğer, bu insanların uzmanlığını sorgulamak hakkımız değil mi? Bu durumdaki bir kurula güvenebilir miyiz? Böyle bir Merkez Bankası’nın bağımsızlığından söz edilebilir mi?
Bağımsızlık ve güven konusunu dışarıda tutsak bile, FED’in yapacağı faiz indirim miktarını görmeden bizim yüksek faiz indirimi yapmamız doğru olmaz çünkü FED, Trump’ın baskılarına rağmen, 25 puanlık göstermelik bir artıştan öteye geçmeyebilir. Dolayısıyla piyasa şartları oluşmadan bizim yapay olarak yüksek faiz indirimi yapmamız, henüz güven ortamı oluşmadığından bollaşan paranın dövize kaymasına sebep olacaktır (Türkiye’de yerleşik gerçek kişilerin döviz mevduatı yaklaşık 116 milyar dolara yükseldi ve çoktan TL mevzuatların üzerine çıktı.).
Bu ve benzeri uyarıları dikkate almalarını diliyorum. 2014’ün başından itibaren yapılan uyarılar dikkate alınmadığı için bu hâllere düştüğümüzü de hatırlatmak istiyorum.
11. Kalkınma Planı: Sonunda ayaklarımız yere bastı (mı?)
11. Kalkınma Planı açıklandı. Teferruata gerek yok. Değerlendirmemi hepimizin ezberinde olan birkaç 2023 hedefi üzerinden yapacağım.
2011’de açıklanan ve 2013’te 10. Kalkınma Planı ile somutlaştırılan 2023 hedefleri ilk açıklandığında şu şekildeydi:
500 milyar dolar ihracat, 2 trilyon doların üzerinde GSMH, 25 bin dolar kişi başına millî gelir, yüzde 5 işsizlik.
8 yıl sonra, Temmuz ayı başında açıklanan 11. Kalkınma Planı’ndaki 2023 hedefleri ise şu şekilde:
226,6 milyar dolar ihracat, 1 trilyon 080 milyar dolar GSMH, 12,284 dolar kişi başına millî gelir, yüzde 9,9 işsizlik.
Dünyanın en büyük 10. ekonomisi hedefinin de tutma ihtimali kalmadı maalesef. Bırakın 10 ekonomi olmayı, 2002’de 17. sırada idik, 18.liğe düştük.
2023 hedeflerinin ilk açıklanmasının üzerinden 8 yıl geçti.
Hedeflerin açıklandığı ilk günleri dün gibi hatırlıyorum. Birkaç arkadaş oturmuş sohbet ediyorduk ve içlerinde 2023 hedeflerinin coşkusuyla kendinden geçmiş olanlar da vardı. Kalemi kağıdı elime alıp, 12 yıl sonra bu hedeflere ulaşılıp ulaşılamayacağının hesabını yapmıştım ve bulduğum rakamlar aşağı yukarı 11. Kalkınma Planı’ndaki hedefler gibiydi.
Bugün, 8 yıl önce açıklanan uçuk hedeflere nispetle gerçekçi olduğunu kabul etmekle birlikte, maalesef 2023’te 11. Kalkınma Planı’ndaki hedeflere ulaşmanın da zor olduğunu söylemek zorundayım. Tek bir kapsayıcı örnek vereyim: 11. Plan’daki hedeflerin tutması için bu yıldan itibaren 2023 sonuna kadar her yıl en az yüzde 5 büyümek zorundayız. Hemen 2019’daki büyüme tahminimi de paylaşayım: Sıfırın (0’ın) altı.
Niye böyle düşünüyorum?
Çünkü ekonomimizin durumu konusunda bugüne kadarki en önemli güven kaynağımız ve dayanağımız olan bütçe disiplini, seçim ekonomisine kurban edildi ve oluşan açığın kapanması da pek mümkün görünmüyor. Bu yüzden merkezî yönetimin faiz giderleri, yılın ilk dört ayında, geçen yılın ilk dört ayına göre yüzde 51, 4 arttı ve artmaya devam ediyor. Toplanan vergiler düşüyor. Basit bir anlatımla gelirler düşerken, giderler artıyor. Gerçek kişilerin döviz mevduat oranı, TL mevduat oranının üzerine çıktı. Türkiye’nin dış borcunun GSYH’ye oranı 2002 sonunda yüzde 54,8 iken 2019 başında yüzde 60,6’ya yükselmiş durumda. Batık krediler için (şirket kurtarma operasyonları için) ayrılacak 400 milyarlık bir kaynaktan bahsediliyor ki kesinlikle yetmeyecektir. Bunlar resmî rakamlar. Parça bölük bir şeyler söyleniyor ve yapılıyor fakat ekonomik krize karşı derli toplu ve planlı programlı şekilde hangi ekonomik politikanın uygulandığını/uygulanacağını hâlâ kimse bilmiyor. Ekonomi dışında içeride siyasi, dışarıda yüksek siyasi ve askeri riskler var.
Yazının uzadığının farkındayım fakat döviz, faiz, borsa -şeytan- üçgeninden çıkıp ekonomiye bir de diğer tarafından bakalım istiyorum.
Önce Uluslararası Nakliyeciler Derneği İcra Kurulu Başkanı Fatih Şener’in anlattıklarını özetleyeyim:
1. Lojistik Performans Endeksi’ne göre 6 sene önce 27. sıradaydık, 2016’da 37. sıradaydık, bu yıl 47. sıraya geriledik.
2. Türkiye’den Avrupa’ya yük taşıyacaksınız mesela, Macaristan’dan geçiş iznimiz yok şu anda. Geçiş belgesi bitmiş. İki yıl önce geçebilmemiz için “Türkiye’nin Macaristan’dan 100 milyon dolarlık et alması gerekiyor.” demişti büyükelçileri. Baktım 120 milyonluk aşmışız. Koşa koşa gittim büyükelçiye, “Ha öyle mi? O zaman 200 milyon dolarlık almanız gerekiyor.” dedi.
3. Gümrüklerimizde yaşanan sorunlar yüzünden işlerini başka ülkelere taşıyan yatırımcılar var. Örneğin bir firma var, İsveç’te bir yatırım yapmış. Ciddi de emek yoğun bir üretimi var. İsveç’e gidecek bir ürün için 5 gün teslim süresi istiyor. Türkiye’dekiler, gümrükteki bekleme süreleri yüzünden 5 gün garanti veremiyorlar. Derken iş bizden kaçtı, Sırbistan’a fabrika kuruldu, 3 bin kişi çalışıyor şu anda orada, bu Türkiye’de yapılabilecek bir işti. Bir yandan Türkiye’de TOBB üzerinden iş adamlarına “1 eleman, 2 eleman alın.” derken Türkiye’den bir takım yan sanayi, özellikle otomotivde ve tekstilde Sırbistan’a, Slovenya’ya, Romanya’ya fabrikalar gidiyor.
4. Fransa’dan önemli bir otomotiv firmasının tedarik müdürü aradı beni. “Biz 3 günlük bir tedarik zinciri halkasından alım yapıyorduk. Bunu 5’e çıkarsak Türkiye bu halkaya girer mi?” dedi. Türkiye, coğrafi olarak bu halkaya girer ancak lojistik olarak girer mi bunu bizim lojistik alt yapımız belirliyor.
5. Sanılır ki önce malı satar, sonra onu taşıyacak araç ararsınız. Öyle değil. Bunun taşınabilirliği sizin satış şansınızı belirliyor. Taşıyamayacağınız yere satamıyorsunuz zaten.
6. Türkiye Cumhuriyeti Devleti, bizim de taleplerimiz üzerine Çin ile karayolu anlaşması imzaladı. Ben iki defa Çin’e gittim. Karşılıklı taşımaya imkân veren belgeleri aldık. Anlaşma imzalanalı iki yıl oldu. Biz “30 bin taşıma yapacağız!” diye heyecanlanıyoruz. Çin ile yapılan anlaşma iki yıldır (bizim) parlamentonun onayından geçmedi. Sadece bir imza yani!
Bitti mi? An itibarıyla TÜKSİAD Başkanı Hüsamettin Karaman, Bloomberg TV’de konuşuyor. Özetle diyor ki:
“İstatistikler yayınlanıyor şu ilde şu kadar, bu ilde bu kadar ceviz üretimi olmuş. Soruyorum ilin tarım müdürüne, ‘Bizim ilde ceviz olmaz.’ diyor.”
Bitti mi? 10 Ocak 2018’de MÜSİAD Başkanı Abdurrahman Kaan anlatmıştı:
“Rakamlarda net olamıyoruz. Bizler de yatırım yapacağız. Bakıyoruz nerede hayvan varlığımız fazla fakat gidip yakından incelediğimizde özellikle doğudaki rakamlarımızın çok yanıltıcı olduğunu görüyoruz.”
Abdurrahman Bey’in ve başında bulunduğu kuruluşun iktidara çok yakın olduğu hepimizin malumu. Bizim yazdıklarımızı, söylediklerimizi dikkate almıyorlar, bari onunkini dikkate alsalar!
Benim anlatılanlardan anladığım şudur:
Hangi ekonomik politikayı uygularsanız uygulayın, bu üç iş adamının işaret ettiği vurdumduymazlık ve lakayıtlık devam ettikçe biz bu işin içinden çıkamayız.
Karamsar mıyım?
Bunları anlattığımda duyduğum en insaflı eleştiri “karamsar” olduğum oluyor. Belli ki “karamsar olmak” ile “iyimser olmamak” arasındaki derin anlam farkını bilmiyorlar. Aslında ekonomi gibi teknik bir konunun “karamsar/iyimser” bağlamında konuşulmasından hoşlanmıyorum. Boş, gereksiz, faydasız bir konuşma olarak görüyorum çünkü sorunun, herhangi birimizin karamsar veya iyimser olmasıyla bir ilgisi yok.