2014’ün başından itibaren önce dolar kurundaki yükselişe, sonra faizlerin de kura eşlik etmesine bağlı olarak enflasyon, özellikle gıda fiyatları yükselişe başladığı andan itibaren sorunun sebepleri ve çözümleri ile ilgili kaleme aldığım makalelerden sonra nihayet bu sorunun bir fiyat sorunundan ibaret olmadığını, doğrudan gıdanın önemine dikkat çekerek anlatmaya karar vermiş ve 2016’nın başında, “En önemli mal, gıdadır.” başlıklı makaleyi kaleme almıştım.
Maalesef bugün, ekonomik krizde yakalandığımız koronavirüs sorununun, fiyatların ötesine geçerek gıda üretim ve dağıtım sorununa da sebep olacağı anlaşılıyor. Özellikle de virüsün ikinci dalgasına muhatap olmamız durumunda. Nitekim daha şimdiden, sosyal izolasyon ve lojistik aksamalar sebebiyle gıda kaybında artış olduğu haberleri yapılmaya başlandı bile. Ne yazık ki halkın önemli bir kısmının virüsten koruma ve korunmada dikkatsiz davranması, ikinci dalga tehdidinin hiç de uzak olmadığı anlamına geliyor.
Dolayısıyla hükûmetlerin, gıda konusunu her yönüyle daha dikkatli ve planlı bir şekilde ele alması gerekiyor.
Sorunun önemine binaen bu haftanın konusunu (TL ile uluslararası ticaret mümkün mü?) değiştirme ihtiyacı hissettim ve yıllar sonra tekrar aynı başlıkla ve o yazıdan alıntılar da yaparak gıda konusuna farklı bir tarafından bakmak istedim.
Gıda hakkı, en temel insan hakkıdır
Malumunuz olduğu üzere gıda, ticari bir mal olmanın çok ötesinde bir öneme sahiptir. İnsan, gerektiğinde hürriyetinden bile vazgeçebilir fakat gıdadan asla vazgeçemez.
Vazgeçemez çünkü gıda, hayatımızı devam ettirebilmemiz için gerekli en temel ihtiyacımızdır.
Bu sebepledir ki “gıda hakkı”, en temel “insan hakkı”dır.
Gıda hakkı, slogan cümlelerle geçiştirilebilecek bir hak da değildir. BM Genel Kurulunun 1948’de kabul ettiği “İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi” ile teminat altına alınmış ve Türkiye gibi Beyanname’yi kabul eden -hatta etmeyen- ülkeleri, hem ayrı ayrı hem de toplu olarak bağlayan bir haktır.
Beyanname’nin 25. maddesinde deniliyor ki:
“Her şahsın, gerek kendisi gerekse ailesi için gıda, giyim, mesken, tıbbi bakım, gerekli sosyal hizmetler dâhil olmak üzere sağlığı ve refahını temin edecek uygun bir hayat seviyesine ve işsizlik, hastalık, sakatlık, dulluk, ihtiyarlık veya geçim imkânlarından iradesi dışında mahrum bırakacak diğer hâllerde güvenliğe hakkı vardır.”
Beyanname’nin muhatabı, sadece devletler (hükûmetler) değil, aynı zamanda dünya üzerinde yaşayan bütün fertler. Beyanname ile devletlere 25. maddede yazılı hakları “sağlama ve koruma” görevi yüklenirken, fertlerden de haklarını “talep ve takip” etmesi isteniyor.
Devletler için “gıda hakkı” ile ilgili görevleri, kuru kuruya bir “temin etme ve bulundurma” görevi değildir. Yani hiçbir hükûmet, halkına, “Marketler, pazarlar gıda dolu olduğuna göre ben görevimi yaptım.” diyerek sorumluluktan kurtulamaz. Hükûmetlerin, öncelikle iki temel şartın yerine gelmesini sağlamaları gerekir: güvenilirlik ve ulaşılabilirlik.
Gıdanın “güvenilir” olması, kısaca “sağlıklı” olması demektir. İnsan sağlığını tehlikeye sokacak şekilde bozulmuş olması, kimyasal kirliliğe maruz bırakılması, sağlıksız katkı maddeleri içermesi, doğal yapısının değiştirilmesi ile taklit ve tağşiş gıda asla kabul edilemez. Gıda, “besin değerini kaybetmemiş” de olmalıdır.
Gıdanın “ulaşılabilir” olması ise “ihtiyaç olduğunda bulunabilir” ve fiyatının “herkesin satın alabileceği düzeyde” olması anlamına gelir. Bu iki şarttan biri diğerine tercih edilemez, ikisinin aynı anda gerçekleşmiş olması gerekir. Ulaşılabilirlik şartı, her gıda için geçerli değil elbette, söz konusu olanlar “temel gıda maddeleri”.
Bunlarla da bitmiyor:
Gıdanın insanlığa yakışır ve kültürel olarak kabul edilebilir olması, ayrımcılığa yol açmaması, şeffaf olması da “gıda hakkı” kavramının içinde yer alır.
Testi zaten sızdırıyor, tamamen kırılıp dağılmadan yönetenlerimize hatırlatayım istedim.