Bu hafta, bir kısmını uzun süredir paylaşmayı istediğim farklı birkaç konudaki düşüncelerimi yazdım.
Türkiye, Suriye’ye girmeli mi?
Konuyu başlangıçtan itibaren bildiğiniz için geldiğimiz noktadan başlayayım.
Soru şu:
Türkiye, Güvenli Bölge kurulması konusunda ABD ile anlaşamazsa, Güvenli Bölge’yi kendisi kurmak üzere Suriye topraklarına askerî müdahalede bulunmalı mı?
Güvenli bölgenin bizim için -kabaca- iki önemi var:
- Savaş dolayısıyla Türkiye’ye göç eden ve etme ihtimali bulunan Suriyelileri Güvenli Bölge’de muhafaza etmek,
- Suriye’nin önemli bir kısmını kontrolünde bulunduran PKK/YPG’nin Türkiye sınırından uzaklaştırılması.
Irak örneğinden hareketle PKK/PYD’nin eninde sonunda kontrolündeki bölgede özerk hatta bağımsız bir devlet yapılanmasına girişeceği aşikâr. Kaldığı sürece bölgenin nüfus yapısını değiştireceği de aşikâr. Sonrasında Kuzey Irak Bölgesi ile birleşeceği de aşikâr. PKK/PYD’nİn, Suriye’de kontrol ettiği bölgeyi Büyük Kürdistan hayallerinin bir parçası olarak gördüğü de aşikâr ki bu hayalin içinde Türkiye’nin Doğu Anadolu ve Güneydoğu Anadolu Bölgesi de var. Dolayısıyla yakın gelecekte olmasa bile orta ve uzun gelecekte Türkiye için çok önemli bir tehlike söz konusu.
Böyle bir durumda Türkiye’nin güvenliğini korumak için en az 30 km derinliğinde bir alanı askerî kontrol alanı olarak elinde tutmak istemesi meşru savunma hakkının bir parçası.
ABD; askerî, siyasi ve ekonomik olarak dünyanın en güçlü devleti ve maalesef, Suriye’de, IŞİD’i (DAEŞ) temizleme bahanesiyle uzun zamandır PKK/PYD’yi silahlandırıyor, eğitiyor. Elbette bu gücü sırası geldiğinde Türkiye’ye karşı da kullanmayı düşünüyor.
Rusya, -artık- stratejik ortağımız fakat o da PKK/PYD konusunda arkamızda durmuyor. İran’ın Suriye yönetimi ile güçlü bağını zaten biliyoruz.
AB şimdilik sessiz kalıyorsa da Suriye’ye düzenleyeceğimiz bir harekata karşı anında seslerini yükselteceklerine şüphe yok.
Bu şartlarda ne yapılabilir?
Zamanını ve zeminini bilmem çünkü bir vatandaş olarak istihbarat bilgilerine sahip değilim fakat lisans ve lisansüstü tahsilini “tarih” dalında yapmış biri olarak gecikmenin bedelinin ağır olacağını bilirim.
Okuyucularım bilir; Türkiye’nin, AB, ABD, Çin gibi ekonomi devlerinin kararlarını beklemeden önden yüklemeli faiz indirimi kararları almasına şiddetle karşı çıktım ve çıkmaya da devam ediyorum. Konu askerî müdahale olduğunda ise gerektiğinde ön alınabileceğini söylüyor ve Kıbrıs örneğini hatırlatıyorum.
Bildiğiniz gibi Kıbrıs’tan Türkleri atmak ve Kıbrıs’ı Yunan adası yapmak üzere saldırılar ve katliamlar başladığında kimse Türkiye’nin Kıbrıs’a müdahale edebileceğini düşünmüyordu. “Askerî gücü ve ekonomisi bu yükü kaldıramaz.” diyorlardı. Evet, zordu fakat müdahale etmemiz gerekiyordu ve ettik. Etmeseydik bugün ne KKTC vardı ne de Kıbrıs’ta Türk’ün adı.
Ben bu yazıyı yazarken Trump’tan yeni bir tehdit geldi:
“Türkiye sınırları aşarsa Türk ekonomisini daha önce yaptığım gibi mahvederim.”
Mahvetmenin sınırı nedir bilmiyorum fakat bir anlaşmazlık hâlinde birçok alanda zor durumlara düşeceğimiz kesin. Peki, böyledir diye, bugünümüzü kurtarmak için gelecekte karşılaşacağımız daha büyük tehdit ve tehlikeleri görmezden mi geleceğiz?
Gelemeyiz.
Fırat’ın doğusuna ABD’ye rağmen müdahalede bulunup bulunmayacağımız ise ayrı bir konu.
İçinde bulunduğumuz şartlarda askerî bir müdahaleyi destekliyor olmam, Suriye meselesine bir bütün olarak bakmamı engellemiyor elbette ve bu bakış, yeni hatalar yapılmaması için şunu söylememi de gerektiriyor:
Yönetenlerimiz, işler bu hâle gelmeden basiretli olabilselerdi keşke!..
IDF Dünya Süt Zirvesi 2019 – İstanbul
Kısa adı IDF olan International Dairy Federation (Uluslararası Sütçülük Federasyonu), dünya sütçülük sektörünü temsil eden en büyük ve en önemli kuruluş. Çiftlikten sofraya süt ve süt ürünleri konusunda en kapsamlı bilgi ve uzmanlıkla donatılmış, küresel, bilimsel ve ticari olmayan bir organizasyon. Bağlantıda olduğu yaklaşık 1200 uzman ve 18 komite ile süt sektörü ile ilgili bilimsel çalışmalar yürütüyor. Çalışmaları ve kararları, hükûmetler başta olmak üzere karar alıcılar tarafından tavsiye olarak kabul ediliyor ve kararlarda esas alınıyor.
Süt sektöründeki gelişmeler, her yıl üye bir ülkede yapılan toplantı ile değerlendiriliyor. Ekim 2011’de İtalya’da yapılan toplantıya ben de katılmıştım. Toplantılara sektör uzmanları, üreticiler, sanayiciler ve diğer paydaşlar katılıyor. İkili görüşmelerde iş birliği imkânları değerlendiriliyor. Oturumlar, takip etmek yüksek ücrete tabi olduğu için bir anlamda halka açık değil. Dolayısıyla olup bitenlerin değerlendirilmesi ve halkın bilgilendirilmesi bilhassa sektörel sivil toplum kuruluşlarının görevi.
IDF’ye, 12 Mart 2009’da, Ambalajlı Süt ve Süt Ürünleri Sanayicileri Derneği (ASÜD) Türkiye’yi temsilen üyelik müracaatında bulundu. Müracaatın kabulü, 30 Mart 2009 tarihli yazı ile bildirildi. Bu kadar iyi biliyorum çünkü ASÜD’ün kurucu Genel Koordinatör’ü olarak üyelik aşamasını da koordine ettim. Teferruata gerek yok, yaklaşık bir buçuk yıl sonra Gıda Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı geç de olsa uyanmış olacak ki talepleri üzerine IDF üyeliğini Ulusal Süt Konseyine (USK) devrettik. Bu işin yükünü çeken kişilerden biri de 2009’dan itibaren IDF Türkiye Komite Sekreteri görevini yürüten Sayın Prof. Dr. Nevzat Artık olmuştur. Süt sektörüne, sadece IDF Türkiye Komite Sekreteri olarak değil, daha birçok önemli katkıları olan değerli bilim insanımızı anmadan geçmek istemedim.
Üye olunan günden itibaren her yıl bir sonrakinin Türkiye’de yapılması için gayret edilen IDF uluslararası toplantısı, nihayet 23-26 Ekim 2019 tarihlerinde İstanbul’da yapıldı.
“Lafı bu kadar uzatacağına toplantıdan bahsetseydin.” diyenler olacaktır. Maalesef bahsedemiyorum çünkü katılmadım. Katılmak için bir hayli yüksek ücret ödemek gerekiyor. Yine de -ne kadar sonra olacağını bilmemekle beraber- toplantı ile ilgili detaylı bilgilere ulaşmak mümkün. Sivil toplum kuruluşlarının çoğu ile ilgili sıkça yaptığım “Web sitelerinde kendilerine övgüden başka hiçbir şey yok.” eleştirisini USK için yapmayacağım. Tersine, siteleri meraklıları için önemli bilgilerle dolu. Örneğin 2018’de Güney Kore’de yapılan IDF toplantısı hakkında detaylı bir rapor hazırlanmış ve siteye konulmuş. Eminim, İstanbul toplantısını da en az bu rapor kadar tatmin edici şekilde hazırlayacaklardır.
Yine de böyle toplantılardan asıl beklentim, süt sektörümüze katkıları olması. Eğer bu toplantı bize yeni pazarlar kazandırmamışsa, yeni bilgiler öğrenmemizi sağlamamışsa “boşa yapılmış” demektir. Birçok sahada ulusal ve uluslararası toplantılar yapıyor, toplantılara katılıyor, projeler gerçekleştiriyoruz fakat bu yaptıklarımızdan beklediğimiz faydayı elde edip etmediğimizi bilmiyoruz maalesef çünkü süreçleri denetlemiyoruz veya denetleyemiyoruz. Dolayısıyla bunca emek ve harcamanın olumlu veya olumsuz sonuçlarını kontrol de edemiyoruz. Umarım bu defa böyle olmaz. Umarım, IDF toplantılarında elde edilen kazanımlardan biri -örneğin- süt ve süt ürünleri ihracatımızın artması olur.
Bir de üzüntümü belirtip bu konuyu kapatayım: Toplantı konuşmacıları arasında, Türkiye’nin IDF üyeliğini gerçekleştirerek süt ve süt ürünleri sektörümüzün dünyaya açılmasını sağlayan ASÜD’den kimse yoktu. Bu işe doğrudan emek vermiş biri olarak üzüldüm doğrusu.
Borsa İstanbul neden halktan yeterince ilgi görmüyor?
Şirketler, ülke ekonomilerinin kalplerinin attığı yerlerdir. Onlar ne kadar güçlü olursa ülkeler de o oranda güçlü olur. Bu yüzden, her ülkenin şirketlerini koruması ve büyümelerine yardımcı olması gerekir. Borsalar, bu noktada çok önemli bir işleve sahiptir.
Bu anlamda Borsa İstanbul’un önemi inkâr edilemez ancak Borsa İstanbul, hisse senetlerinin “serbest rekabet şartları altında kolay ve güvenli bir şekilde, şeffaf, etkin rekabetçi, dürüst ve istikrarlı bir ortamda alınıp satılmasını” sağlayabiliyor mu?
Bu soruya cevap vermeden önce şu konuya açıklık getirmeliyim: Borsalar, yönlendirmelere (manipülasyonlara) açık ticaret alanlarıdır ve özellikle hisse senedi işlemlerinde yönlendirmeleri bir noktaya kadar normal kabul etmek gerekir. Borsalardaki asıl sorun spekülasyondur (vurgunculuktur). Vurgun, genellikle şirketlerin içinden alınacak haberlerle gerçekleştirilir.
Spekülasyon suçtur fakat yakalandığınız sürece… Bu anlamda Borsa İstanbul’un vatandaş nezdinde güvenilir olduğu söylenemez. Böyle olunca da imkânı ve ihtiyacı olan vatandaşların paralarını hisse senetlerine yatırmaları beklenemez elbette.
Eleştirim, “Borsa İstanbul’da işlem gören hisse senetleri arasında güvenilir olanı yok.” anlamına gelmiyor. Özellikle A Grubu hisse senetleri işlem güvenliği yüksek hisse senetleridir fakat benim derdim başka…
Borsa İstanbul, hacim olarak yeterince büyük bir borsa değil. Borsamızın hacmini genişletmenin yollarının en önemlisi bence yerleşik büyük ve küçük sermaye ve tasarruf sahiplerinin borsaya ilgisini arttırmak çünkü ilgi düşük.
İlgiyi arttırmak için önce niçin ilgi duyulmadığını bilmek gerekir.
Birincisini yukarıda söyledim: Güvensizlik, insanımızı borsadan uzak tutuyor. Manipülasyon ve spekülasyonlar sebebiyle eninde sonunda zarar edeceğini düşünüyor. Borsa’da alım satım yapmayı hem dinî bakımdan hem de manipülasyon ve spekülasyonların etkisiyle hem gerçek hem de mecazi anlamda kumar olarak görüyor. Hâlbuki hisse senedi almak, bir şirkete ortak olmak demek.
İkincisi Borsa İstanbul’da işlem gören şirketlerin “kâr payı dağıtmaması veya aralıklarla dağıtması ya da faiz, tahvil, döviz, altın gibi metalardan çok daha az kazandırması”.
Birlikte düşünelim:
Türkiye, kendisini “Müslüman.” olarak tanımlayan insanların büyük çoğunlukta olduğu bir ülke. Dolayısıyla milyonlarca insan parasını faize yatırmaktan imtina ediyor. Bu insanların bir kısmının düzenli bir gelire de ihtiyacı var. Bu durumda ne yapıyor? Parasını döviz, altın ve kira getirisi olan emlake yatırıyor.
Hatırlayın lütfen. Özellikle krizin tavan yaptığı günlerde döviz alanlar neredeyse vatan hainliği ile suçlanmıştı. Çare oldu mu? Olmadı. Üzerinden bir yıldan fazla zaman geçti ama insanlar hâlâ döviz alıyorlar (Kriz sebebiyle emlak da almıyorlar). Döviz mevduatı miktarı 200 milyar dolara yükseldi.
Döviz alıyorlar diye insanları suçlamak yerine borsamızı güvenilir hâle getirsek ve bu paraların yarısı hatta dörtte biri borsaya girse bundan hem şirketler hem yatırımcılar hem ülkemiz kârlı çıkmaz mı?
Kamunun spor takımı israfları
Uzun süredir yazmak istediğim fakat bir türlü sıra gelmeyen konulardan biri bu.
Özellikle spora ilgisi olanlar bilirler: Birçok takımın adının başında “belediye, il özel idaresi ve diğer kamu kurum ve kuruluşlarının” adları vardır. Bu kamu kurum ve kuruluşları arasında çeşitli dallarda birden çok takımı olanlar da vardır.
Hiç düşündünüz mü; kamu kurum ve kuruluşları, spor kulüpleri için yılda ne kadar para harcıyor?
Bizim bulunduğumuz yerden kesin rakamı bilmek mümkün değil fakat yüzlerce milyon TL olduğunu söyleyebilirim.
Sakın yanlış anlaşılmasın, kamu kurum ve kuruluşlarının spora destek vermelerine karşı değilim. Karşı olduğum çok yüksek bedellerle yabancı transferler yapılması. Bunun bile istisnası olabilir. Örneğin Vakıfbank’ın, çok da başarılı bir voleybol takımı vardır. Vakıfbank, müşteri çekmek amacıyla reklam yapmak zorunda olan bir ticari işletme olduğu için, spora, reklama yönelik yatırım yapması, dolayısıyla başarı elde etmek amacıyla yabancı transfer yapması normaldir.
Normal olmayan ise rekabet yapması gerekmeyen, ticari işletme olmayan kamu kurum ve kuruluşlarının takımlarında yabancı oyuncu oynatılmasıdır.
Bir örnekle bitireyim:
Orman Genel Müdürlüğünün OGM Ormanspor adında bir basketbol kulübü var. Kulübün erkek basketbol takımı Basketbol Süper Ligi’nde, kadın basketbol takımı ise Kadınlar Basketbol Süper Ligi’nde oynuyor. Erkek basketbol takımının 14 oyuncusunun 5’i, kadın basketbol takımının 13 oyuncusunun 4’ü yabancı (Beşinci oyuncu henüz transfer aşamasında olabilir.). Takımların ilk beşlerini de sorgulayabilirim ama yapmayacağım.
Oysa Ormanspor’un web sitesinde, “Misyonumuz” ve “Vizyonumuz” bölümlerinde şunlar yazıyor:
“Çocukların ve gençlerin bedenen ve ruhen gelişmeleri için gerekli olan sporları en sağlıklı ve kaliteli biçimde yapabilecekleri ortamı hazırlamak. Türk Basketboluna ve Millî Takımlara oyuncu kazandırmak. Kulüp bütçesine katkı sağlayacak öz kaynaklar yaratmak.”
“Çocukların ve gençlerin zihinsel gelişiminin yanında dürüst, ahlaklı, sağlıklı, sosyal yönden gelişmiş, çok yönlü, katılımcı, duyarlı, sorumluluk sahibi birer birey olarak yetişmeleri için eğitimler vermek ve spor camiasına kazandırmak.”
Bu yazılanlara kimsenin itiraz edeceğini sanmıyorum fakat kendi misyon ve vizyonlarına kendilerinin uymadıkları da kesin.
Spora destek veren kamu kurum ve kuruluşlarının önemli bir kısmı aynı durumda. Amatör takımlarda bile transferler gırla gidiyor.
İşin ilginç tarafı, bu kamu kurum ve kuruluşları ile destekledikleri takımların internet sitelerinde doğru dürüst bilgi yok. Önemli bir kısmının internet sitesi bile yok.
Bu hâliyle kamu kurum ve kuruluşlarının spora destek vermeleri derhal yasaklanmalı, kaynaklar kendi çocuklarımızın sportif gelişimine ve halkımızın spora yönlendirilmesine harcanmalıdır.
Hayvanat bahçeleri kapatılsın
Sonunda yazmaya fırsat bulabildiğim konulardan biri de bu.
Hayvanların, hayvanat bahçelerine kapatılmalarına derhal son verilmeli. Ayırt edilmeksizin bütün hayvanların hayvanat bahçelerine hapsedilmesine şiddetle itiraz ediyorum. Hele zürafa, fil, maymun, gergedan, aslan, kaplan gibi ülkemizde bulunmayan onlarca hayvanın sırf insanlar seyretsin diye doğal yaşam coğrafyalarından toplanıp kafeslere tıkılmalarına nasıl rıza gösterilebildiğini anlayabilmiş değilim.
Hayvanat bahçeleri; hayvan iyileştirme ve koruma, bilimsel araştırma, tehlike altındaki türleri çoğaltma merkezleri ve veterinerlik fakültelerinin staj alanları olarak yeniden düzenlenmeli. Bu düzenlemeler yapıldıktan sonra elbette eski işlevlerini devam ettirebilirler.
Bu kapsamda evcil hayvanların parayla satılmasına, ticaretinin yapılmasına da müsaade edilmemeli.
Diğer taraftan, evcil hayvanların birer kimliği olmalı, bu hayvanlar sahiplerine zimmetlenmeli ve hayvanlarına sahip çıkmayanlara ciddi maddi ve manevi cezalar uygulanmalı. Özellikle köpeklerin sokaklarda başıboş dolaşmasını önlemenin başka bir yolu yok. Bu başıboşluk hem insanlara hem de hayvanlara ciddi zararlar veriyor.