Sorunlar o kadar çoğaldı, büyüdü, karmaşık ve girift hâle geldi ki takip etmek de birini seçip yazmak da çok zorlaştı. Hele benim gibi haftada veya 10 günde bir yazıyorsanız işiniz daha da zor.
Aslında zorluğun temelinde çözüme yönelik ana planın ne olduğunun bilinmemesi yatıyor.
Tarımda destekleme alımları yaygınlaşıyor
Kim ne derse desin, tarımımız bitik durumda. Devlet destekleri ile ayakta duruyor fakat tarım girdilerinde dışa bağımlılık dolayısıyla üretici maliyeti o kadar arttı ki destekler üretici sayısının her geçen gün azalmasını engelleyemiyor.
Peki, bu gidişatı tersine çevirmek makamında olanlar neler yapıyor?
Son haftaların haberlerinin büyük kısmı devletin ürün alımları ile ilgili. Taban fiyatlar belirleniyor ve ilgili devlet kurumları doğrudan alım yapacakları ürün sayısını gün geçtikçe artırıyor.
Desteklerin -az veya çok- üreticiye katkısı olduğu açık olmakla birlikte sistem, ürünün yüksek fiyattan alınması esasına dayandığı için, tüketici fiyatlarını, dolayısıyla gıda enflasyonunu yükselttiği de bir gerçek.
Bu kısır döngünün bütçeye getirdiği yük de çok önemli. Sadece ÇAYKUR örneği bu yükün nasıl bir tehlike arz ettiğini gözler önüne seriyor:
ÇAYKUR, 5 yıldır zarar ediyor ve zarar gittikçe artıyor:
2014, 2015, 2016 yıllarının zarar toplamı 178 milyon 683 bin TL iken sadece 2017’de zarar 267 milyon 742 bin TL’ye, 2018’de ise 657 milyon TL’ye çıktı.
Üstelik ÇAYKUR, -fiilen- çay piyasasının tekeli konumunda. Üretilen toplam çay yaprağının en az yüzde 50’sini alıyor ve satış piyasasının da en az yüzde 50’sine hâkim.
Geriye kalan yaklaşık yüzde 50’lik paya sahip özel sektör firmalarının çay satış fiyatları, ÇAYKUR çayının bir hayli altında olmasına rağmen kâr ediyorlar.
Yanlış yolda olunduğunu anlamak için uzman olmaya gerek var mı?
Bir örnek daha:
Tarım İşletmeleri Genel Müdürlüğü (TİGEM), Genç Çiftçi Projesi kapsamında dağıtılmak üzere muhtelif ırklarda 4 bin 219 baş koyun alımı için ihale duyurusu yaptı.
Soru şu: TİGEM, 4 bin 219 baş koyun için niçin ihaleye çıkıyor?
Soruyorum çünkü TİGEM’in, Türkiye’nin değişik bölgelerine dağılmış 17’si kendisi tarafından işletilen, 20‘si uzun süreli kiraya verilen ( biri kısmi, ikisi iştirak) 36 işletmesi var. Genel müdüründen taşraya teşkilatına kadar 6562 kişi çalışıyor (2017 sonu). Kendi işlettiği işletmelerin arazi büyüklüğü 3 milyon 273 bin 970 dekar. Büyüklüğü daha iyi tahayyül edebilin diye yazıyorum: TİGEM, 841 adet traktöre, binlerce diğer makine ve ekipmana sahip.
Bu işletmeler tarım ve hayvancılığı geliştirmek üzere AR-GE merkezleri olarak kuruldular. Şu cümleyi 2017 faaliyet raporundan aldım: “TİGEM’in önemli bir görev alanı da ülkemizin ihtiyaç duyduğu büyük ve küçükbaş damızlıkların ıslahı ve üretimidir. (…) TİGEM hayvancılığının diğer bir kolu olan damızlık koyun yetiştiriciliği 9 işletmede, 10 ırkla sürdürülmektedir. 2009-2015 yılları yatırımları ile yapılan 40 bin ana başlık modern koyunculuk tesisleri hizmete alınarak TİGEM tarihinin en büyük koyunculuk projesi hayata geçirilmiştir. 2010 yılında 103 bin baş olan damızlık koyun varlığı son 5 yılda yapılan damızlık koyun tesisi yatırımları ile 181 bin başla damızlık koyun yetiştiriciliği yapılmaktadır.”
TİGEM, 10 ırktan 181 bin baş damızlık koyun varlığına sahip, bu işler için binlerce insan çalıştırılıyor ama 4 bin 219 baş koyun TİGEM’in kendi çiftliklerinden karşılanmıyor da ihaleye çıkılıyor.
Bunu bana mantıklı (hatta mantıksız) gerekçelerle izah edebilecek olan var mı?
Üçüncü örnek:
Üçüncü örneğimizi daha önce de bilgilerinize sunmuştum. Çok önemli olduğu için hatırlatmakta fayda var.
Hazine ve Maliye Bakanı Berat Albayrak, 10 Nisan’da “Yeni Ekonomi Programı Yapısal Dönüşüm Adımlarını 2019” açıklarken, Program’ın bir parçası olan “Tarımda Millî Birlik Projesi”nin 25 Nisan’da açıklanacağını söylemişti.
Açıklanamadı (Hâlâ da bekliyoruz.) ama bu arada Tarımda Millî Birlik Projesi ile ilgili haberler basında yer almıştı. Benim kanaatim, haberler “tartışılıp hazmedilsin” diye kasten sızdırılmıştı. Beklenen sürede hazmedilmeyince açıklama ertelendi ama haberler de yalanlanmadı. Yalanlanmamış olmasından hareketle ve artık Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın iş yapma usulünü ezberlediğimizden, Proje’den vazgeçilmeyeceğini, bir fırsatı bulunup (muhtemelen dikkatimiz başka taraflara yoğunlaştırıldıktan sonra) uygulamaya konulacağını düşünüyorum. Zaten hazırlıkların hızla yürütüldüğü haberleri Proje’nin detaylarıyla birlikte yazılıp çiziliyor.
En özet haliyle Proje şu:
Tarım ve Orman Bakanlığının taşra teşkilatları kapatılıyor. Millî Birlik Kooperatifi adıyla bir kooperatif kuruluyor ve taşra teşkilatlarının görevini bu kooperatif devralıyor.
Millî Birlik Kooperatifi ile birlikte tarımsal KİT’ler ve özel sektörün de ortak olacağı “Semerat” adı verilen bir holding kurulması düşünülüyor.
Sonuç: Bakanlık bir şirkete dönüştürülüyor. Ayrıca özelleştiriliyor yani şirketin sahibi sadece devlet olmayacak.
Bu şartlarda “Yabancı ortak da olacak mı?” diye sormanın bir anlamı yok.
Haberler doğruysa, bu teşebbüs yanlış.
Topraklarımızın verimli şekilde işletilmesi ayrı bir konu fakat Tarım ve Orman Bakanlığının şirkete dönüştürülmesi kabul edilemez.
Bazı kararlar vardır ki geri dönüşü yoktur. Son pişmanlık fayda vermez.
Eğer bu karar, “Devleti, şirket gibi yönetme.” arzusunun yeni bir tezahürüyse önceki tezahürlerin bizi nasıl bir krizle karşı karşıya bıraktığının iyi düşünülmesi gerekir.
Diğer taraftan…
Yıllardır, ülkemizin önde gelen sektörlerinin önde gelen iş adamlarından onlarcasıyla söyleşiler yaptım, hayat hikâyelerini dinledim; onları tanımaya çalıştım. Bu tecrübelerimden hareketle rahatlıkla diyebilirim ki: Hiçbir iş adamı, devlet ile aynı şirkete ortak olmak istemez. O iş yürümez.
Plan, yol haritası, paket vs. enflasyonu
Gün geçmiyor ki sadece ekonomide değil birçok alanda, başına “yeni, yenilik”, sonuna “plan, program, yol haritası, strateji, paket” kelimeleri eklenmiş ve bilhassa “reform” kelimesiyle güçlendirilmiş açıklamalar duymayalım.
Bu açıklama bombardımanı altında “Öncekilerden niçin vazgeçildi, öncekilerden nasıl bir sonuç alındı, öncekilerin maliyeti ne oldu?” gibi çok önemli bir çok soruyu sormaya vaktimiz bile olmuyor.
Son açıklanan paket, İVME. “İleri, Verimli, Millî Ekonomi” kelimelerinin baş harflerinden oluşturulmuş. İvme, “çabuk, acele, hız” anlamlarına gelen bir kelime. Belli ki algılarımız hedef alınarak bilinçli olarak seçilmiş. Takdir etmekle birlikte etkilendiğimi söyleyemem.
İVME’yi Bakan Albayrak açıkladı. Önemli cümlelerine birlikte bakalım:
“En yüksek cari fazla (dış ticaret fazlası) verdiğimiz yıl, 2019 yılı olacak.”
Bildiğiniz gibi uzun yıllardır, özellikle hızlı büyüdüğümüz yıllarda, yurt dışından aldığımız mallara ödediğimiz para, sattığımız mallardan kazandığımız paranın çok üzerindeydi. Dolayısıyla aradaki farkı borçlanıyorduk. Basitçe “giderin kazançtan fazla olması sebebiyle ortaya çıkan borçlanma mecburiyeti” olarak tarif edebileceğimiz bu durum, sonunda ekonomik krize sebep oldu.
Şimdi ise Bakan Albayrak, bırakın açık vermeyi, fazla vereceğimizi söylüyor.
Birdenbire ne oldu da büyük açıklar verirken fazla verir hâle geldik?
Cevaplanması gereken soru bu.
Evet, cari açık küçüldü fakat karşılığında fabrikalar kapandı, yatırım yapılmaz oldu, işsizlik arttı, üretimimiz düştü, ihracatımız düştü; millî gelirimiz düştü, artık mobilya, beyaz eşya, araba, ev alamıyoruz hatta giysilerimizi daha uzun süre giymeye çalışıyoruz, eşle dostla bir yerlerde oturup çay içmek için bile iki defa düşünüyoruz. Evet, ithalat azaldı, dolayısıyla cari açık da azaldı fakat azalmanın ağır bedelleri var.
Hep böyle devam edebilir miyiz? Edemeyiz çünkü küçülmenin uzun sürmesi sosyal patlamaya sebep olur.
Şu hâlde, tekrar büyümeye başladığımızda cari açık da tekrar büyüyecek demektir. Tam bir kısır döngü.
Diğer bir söyleyişle cari açığı azaltmak için alınan tedbirler, alınması gerekli olmakla birlikte günlük, anlık durumu kurtarmaya yönelik geçici tedbirler.
Bunu, bu kadar net söylüyorum çünkü “millî” kelimesini ne kadar sık tekrar ettilerse dışa bağımlılığımızı o derecede artırdılar. İVME’nin ME’sinin Millî Ekonomi anlamına geldiğini öğrenince korktum doğrusu.
Peki, ne yapalım?
Yıllarca söylemekten bıkıp usanmadığım cümleleri tekrar kurayım:
Millîleşmek, önce bilimde millîleşmek demektir. İçinde bulunduğumuz durumda, zorunlu giderlerimizi çıktıktan sonra kalan bütün paramızı “bilime” ve “nitelikli insan yetiştirmeye” ayırmak zorundayız.
Bakan Albayrak, İVME Finansman Paketi ile önceliklerinin “orta yüksek ve yüksek teknoloji ürünleri ve sektörleri” olacağını da açıkladı.
Elbette sevindirici bir haber fakat uygulama ile ilgili en ufak bir bilgimiz yok. Ayrıldığı söylenen 30 milyar TL’nin kaynağını bilmiyoruz (Hazine’ye aktarılması ile ilgili kanun çıkarılmamış olmasına rağmen MB’deki yedek akçe olma ihtimali fazla.). Ne kadarının hangi sektörlere ayrılacağını bilmiyoruz? Nasıl kullandırılacağını bilmiyoruz? Yatırımlardan ne kadar zamanda sonuç alınacağının öngörüldüğünü bilmiyoruz.
Şimdilik sadece “Umarım kaynaklar söylenen yatırımlara gider?” temennisinde bulunabiliyorum.
İVME ile desteklenecek ana sektörlerin içinde Tarım Sektörü de var. Ham madde ve ara malı üretimi ile makine üretimi ve seracılığın destekleneceği söylendi.
Bence “seraya değil, meraya” öncelik vermek gerekir. Meralar ıslah edilip üretime açıldıktan sonra varsa kaynağınız seracılığı da desteklersiniz.
İVME açıklanmadan önce, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın yaptığı “Elektrikli traktörün prototipini tamamladık. Yakın zamanda tanıtımı yapılacak, akabinde seri üretime geçeceğiz.” açıklaması İVME’nin makine üretimi kısmının esasını teşkil ediyor olsa gerek.
Umarım yerli otomobil prototipi ve tanıtımına benzemez. Yakın zamanda tanıtılsa bile yakın zamanda seri üretime geçemeyeceğimiz kesin. Biz seri üretime geçinceye kadar traktör sektörü nereye varır o da ayrı mesele!..
Siyasilerimizin bu tür konulara niçin bu üslup ve rahatlıkta yaklaştıklarını ise gerçekten anlayamıyorum. Sanırım siyasetten anlamadığım içindir.
Örneğin şu haberleri okumaktan ve dinlemekten yorgun düştüm: Helikopter yapıyoruz, uçak yapıyoruz, (hatta) uçak gemisi yapıyoruz, elektrikli otomobil yapıyoruz, elektrikli traktör yapıyoruz, uydu yapıyoruz, hepsi için farklı motorlar yapıyoruz, bataryalar yapıyoruz vs. Üstelik yaptıklarımız emsallerinin en üstünü (!).
Bütün bunların bir arada yapılabilmesi için yeterli bilgimiz, yeterli bilim insanımız, yeterli laboratuvarımız, yeterli fabrikamız, yeterli paramız var mı? Yok. Yeterliyi geçtim, bir kısmı hiç yok.
Sadece yapabilecek bilgiye sahip olmak da yetmiyor, “rantabl” yani verimli, alınıp satılabilir olması da gerekiyor. Örneğin otomobil motoru yapıyorsun, maliyeti 45-50 bin avro. Elin adamı 25 bin avroya E serisi Mercedes otomobil satıyor. Bilmem anlatabildim mi? Üstelik hiçbir sektör yerinde de durmuyor, sürekli gelişiyor. Bugün yapılanlar yarın hükmünü kaybediyor, değersizleşiyor, kullanılmaz oluyor. Öyle bir sistem kurmanız gerekiyor ki hem kâr etsin hem de kendini yenileyebilsin ve geliştirebilsin.
“Böyle bir sistem kurmanın maliyeti ne kadar?” derseniz.
Hadi bu da günün sorusu olsun.
Bunları yazınca umutsuzluk mu aşılamış oldum? Hayır. Ben buna “Gerçekçilik?” diyorum. Biz, toplum olarak gerçeklerle yüzleşmeyi sevmiyoruz.
Gerçeği aramak, olumsuz düşünmek değildir. İçinde bulunduğunuz hâli bilmemiz gerekiyor ki elimizde avucumuzda kalanı da çarçur etmeyelim, planımızı programımızı buna göre yapalım.
Zaten rakip ve düşmanlarınız, neyi ne kadar yaptığınızı ve yapabileceğinizi çok iyi biliyor.
Ekonomi politikamız var mı?
Önce şu soruyu sorayım:
Ekonomik krizden kurtulmak için hangi ana planı uyguluyoruz?
Bu soruya “şudur” diye net cevap verebilen kimseyle karşılaşmadım.
Bir bakıyorsunuz, MB öyle bir karar almış, piyasayı öyle sıkmış ki suyunu çıkarmış. İki saat sonra bakıyorsunuz hükûmet onlarca milyar tutarında destek açıklamış. Bir gün bakıyorsunuz el altından piyasaya döviz satılıyor, ertesi gün bakıyorsunuz MB’nin döviz rezervini artırmak için zorunlu karşılıklar yüzde 200 oranında artırılıyor. Sonra bir haber daha: Hükûmet, kamu harcamalarında israfı önleyeceği sözünü tutmamış. 2019’da harcaması gereken toplam parayı ilk beş ayda harcamış. Aradan bazen saat, bazen gün geçiyor, yine benzer uygulamalar. Sonra yine, sonra yine…
Peki, bu uygulamalar umulan sonucu veriyor mu? Vermiyor. Tersine, “ekonominin gün geçtikçe kötüleştiği, Hazine’de para kalmadığı için böyle davranıldığı” algısı büyüyor ve yaygınlaşıyor.
Dolayısıyla ne faizi düşürebiliyoruz, ne de dövizi.
Üstelik bunlar, dışarıda ABD’de faizlerin uzun süredir yükseltilmediği ve yakın zamanda yükseltilme ihtimalinin zayıf olduğu, AB’nin parasal genişlemeden vazgeçmediği; içeride ise cari açığın neredeyse artıya geçecek noktaya geldiği, iç ticaretin önemli ölçüde daraldığı, dolayısıyla finansman ihtiyacının azaldığı bir ortamda oluyor.
Sanki her şey seçimlere endekslenmiş gibi… “Seçimlere kadar idare edelim de sonrası Allah kerim.”
Buyurun size bir ekonominin seçime endekslenmesi tahlili (Tarih 24 Ocak 2014. 4 yıl 3 ay öncesi. “Ekonomide Hasar Büyüyor” başlıklı makalemden. Lütfen rakamların yerine güncel rakamları koyun.):
“Perşembe günü, yazıya başlarken Merkez Bankası (MB) dolara müdahale etti, hızla 2.30’a doğru giden dolar 2.15 seviyelerine düştü, üç saat içinde tekrar çıktı. Cuma günü 2.33’ü geçti. Müdahale miktarının 3 milyar dolara yaklaştığı söyleniyor. Böylesine büyük bir miktar bile dövizin ateşini düşüremedi.
Hükûmet, dövize müdahale yoluyla ‘seçime kadar’ doları 2.30’un altında tutabileceğini hesaplıyor. Bunun döviz stoklarımızı riskli şekilde eriteceği (sadece 35 milyar doları bize ait) bilindiği halde ‘faiz silahının’ kullanılmasını istemiyor. Faizleri yükseltilirse ‘oy kaybedeceğini’ düşünüyor. Aylardır bu tehlikeli oyun oynanıyor, amaç yerine araç tartışması yapılıyor. Nitekim hafta başında MB, faizi yükseltmeyeceğini tekrar ilan etti fakat bu laftan ibaret kaldı, faizler yüzde 11’e dayandı. Hükûmet, piyasanın olan bitenin farkında olmadığını sandığı ve kartları açık oynamadığı için bir ‘güven krizi’ de yaşanıyor; döviz ve faiz birlikte yükseliyor.
‘Güven Krizi’nin temelinde, içeride ve dışarıda ‘düşman üreterek’ ekonomik başarısızlığın faturasını başkalarına kesme gayreti var. Hükümet bundan vazgeçmezse doların 3.00 TL’ye hatta daha yukarı çıkması bana göre sürpriz olmayacak. Borsa, enerji maliyetleri, işsizlik, enflasyon bundan nasıl etkilenir tahmin etmek zor değil. Büyüme mi? Onu unutun zaten.”
Sonra neler olduğunu hep birlikte yaşadık ve aynen böyle oldu. Dolar ve faiz yükselmeye, borsa düşmeye devam etti ve ben, her kırılma noktasını, önceden ve rakamlar da vererek yazmaya devam ettim. Gülen oldu, dalga geçen oldu, “Bundan iyi gün mü olur?” diyen oldu, düşman belleyenler oldu vs.
Ekonomik krize böyle davetiye çıkardık işte ve ders almaya da hiç niyetimiz yok görünüyor.