Öyle konular var ki birçok ortamda konuşuluyor, yazılıp çiziliyor, yorumlar yapılıyor; konuşanlara ve yorumda bulunanlara bakıyorum hepsi de net, söylediklerinden emin bir görüntü veriyorlar. Gerçekte konuya ne kadar hâkimler bilemiyorum tabii. Bildiğim, ben, onların anladığı ve anlattığı şekilde anlamıyorum.
Böylesi iki konuyu sizlerle de paylaşmak istedim.
Lisanslı depoculuk yine gündemde
Lisanslı depoculuk birkaç yıldır Türkiye’nin gündeminde. Yetkililer, lisanslı depoculuğu -ürün borsaları ile birlikte- gıda enflasyonunun önündeki en büyük engel ve çiftçinin daha fazla para kazanmasının en etkili yöntemi olarak görüyor ve fırsat buldukça gündeme getiriyorlar.
Son gündeme getiren Tarım ve Orman Bakanı Bekir Pakdemirli oldu. Şunları söyledi:
“Gıda enflasyonunu yapısal reform ve günlük taktiksel hareketlerle önlemek mümkün. Bu açıdan stokçuluğu hassasiyetle takip edeceğiz. Mesela Hollanda’da çiftçilerin kendi patates stokları depolama sistemleri var. Türkiye’de bunlar ancak fabrikalarda oluyor. Eğer çiftçimize bunu daha kaliteli şekilde yıl boyu saklayacak vaziyete getirirsek bunsan sonra ürün fiyatıyla ilgili spekülasyonlarda uzak bir ortam yaratmış oluruz.”
“Toprak Mahsulleri Ofisi (TMO), bugüne kadar yüzde 50’si lisanslı depolardan ELÜS (Elektronik Ürün Senedi) olarak 1 milyon 700 bin tonluk alım gerçekleştirdi. Alımlar devam ediyor. Üreticilere 1,4 milyar liralık ödeme yapıldı.”
Pakdemirli, “Ürünün üretilip hasat edilmesinin yetmediğini, depolamanın da önemli olduğunu, depolama işlemlerini lisanslı depoculukla sağlayacaklarını.” da ifade etmiş.
Ayrıca “53 lisanslı depoculuk şirketinin toplam 2,4 milyon ton kapasiteyle faaliyet gösterdiğini, ülke genelince TMO’ca belirlenen yerlerde toplam 4,2 milyon ton kapasiteli depo yapımına başlandığını.” anlatmış.
Günlük taktiksel hareketler konusuna girmeyeceğim ama net olarak tekrar tekrar söylüyorum: Günlük taktiksel hareketlerle gıda enflasyonu önlenemez. Aslında “yapısal” kelimesini kullanarak sorunların yapısal olduğunu Bakan Pakdemirli de kabul ediyor. Dolayısıyla nasıl stratejik hataları taktik başarılarla düzeltmek mümkün değilse günlük taktiksel hareketlerle gıda enflasyonunu önlemek de imkânsızdır. Yine de hangi taktiklerle gıda enflasyonunu düşüreceklerini merakla bekliyor olacağım.
Lisanslı depoculuk gıda enflasyonuna çare midir?
Lisanslı depoculuğu hararetle savunanlar diyorlar ki:
“Lisanslı depoculuk sayesinde hem üretici daha fazla kazanacak hem de tüketici daha ucuza gıda ürünü alabilecek.”
Unutmayalım, arada bir de depocular var. Onların da kazanması lazım.
Örneğin üreticinin, “depoya koyduğu ürünü, seneye, bu senekinden daha fazla paraya satabileceğinin” garantisi var mı? Üstüne bir de depo kirası ödenecek ve maliyet yükselecekken…
Garanti verilemez çünkü o zaman sistemi özelleştirmenin bir anlamı kalmaz.
“Var.” deniyorsa ürün fiyatlarının yükseleceği baştan bellidir demektir ki o zaman da lisanslı depoculuğun “gıda enflasyonuna çare olacağı” iddia edilemez.
Böyle söylüyor olmam depoculuğa karşı olduğum anlamına gelmemeli. Tersine depolamanın olmadığı sektör olmaz. Özellikle gıda ürünlerinin üretimi mevsimlere bağlı, olgunlaşma tarihlerinin zaman aralığı kısa, tüketim tarihlerinin zaman aralığı uzun olduğu için depolanmaları şarttır.
Burada tartışmaya açtığım ise kendi şartlarımıza göre depolama nasıl yapılırsa hem üretici hem de tüketici için en uygun depolamanın yapılmış olunacağı ve piyasaların hem üretici hem de tüketici lehine kontrol edilebileceğidir. Nitekim Pakdemirli, Hollandalı çiftçinin, ürettiği patatesi kendisinin depoladığını söylüyor.
Kendi şartlarımızın yani Türkiye’nin şartlarının doğru değerlendirilmesi üzerinde ısrarla duruyorum çünkü biz depolamayı düşündüğümüz ürünlerin hemen hemen hiçbirinin üretiminde kendi kendimize yeter durumda değiliz. Bu durumda önemli miktarlarda ithalat yaptığımız bir ürünün perakende fiyatı nasıl ayarlanacak ve depoların bu işlemlerde nasıl bir yeri olacak?
Üstelik maliyette etkili girdilerin önemli bir kısmında dışarıya bağımlıyız ve döviz piyasası son derece oynak.
Üstüne üstlük “fındık” örneğinde olduğu gibi yeterince üretiyor, depoluyor ve fındık borsasında işleme sokuyor olsak bile üretici de tüketici de memnun değil. Son “Antep fıstığı” örneğinde de aynı durum vardı. Şikâyet edilen fiyat Antep fıstığının borsa fiyatıydı. Ayrıca tarihimizdeki en yüksek buğday rekoltesine ve yüzde 113 yeterliliğe ulaştığımız dönemin (2015-2016) ekmeğe en yüksek zammın yapıldığı dönem olduğunu unutmayalım.
Fındıkta olduğu gibi üretiminde çok açık ara önde olduğumuz ürünlerde bile dünya borsalarında söz sahibi değiliz. Lisanslı depoculuk, bizi dünya borsalarında söz sahibi yapabilecek mi, fındık fiyatlarımızı yüksek buldukları için başka ülkelerde fındık bahçeleri kurma kararı alan gıda firmalarının bu teşebbüslerini engelleyebilecek mi? Sistem üreticinin daha fazla kazanması üzerine kurulduğuna göre “hayır”.
Bütün bunlardan hareketle diyorum ki:
Çözümü lisanslı depoculukta, elektronik ürün senedinde ve ürün borsalarında aramayalım. Evet, üzerinde çalışalım, üretim modellerimizi bunlara uygun hâle getirmek için planlamalar yapalım ama içinde bulunduğumuz şartlarda bunlara bel bağlayıp esas sorunu gözden kaçırmayalım.
Esas sorun, öngörülemeyen yüksek maliyetler. Maliyetin sorun olmasının sebebi ise girdilerde dışa bağımlı olmamız. Dolayısıyla kaynaklarımız öncelikle millîleşmeye ve millî kaynaklarımızın verimli şekilde kullanılmasına harcanmalı.
(Lisanslı depoculuk, bir politika olarak 2016’nın başında Başbakan sıfatıyla Ahmet Davutoğlu tarafından açıklandı. Bunun üzerine 29 Şubat’ta, “TMO, çiftçinin hayatından çıkıyor mu?” başlıklı bir yazı kaleme almış, “depoculuğun Türkiye’deki tarihi ve uygulamalar” ile birlikte teorik olarak “lisanslı depoculuğun faydalarını” yazmış, Türkiye uygulamasındaki zorluklardan bahisle birkaç da soru sormuştum. 2018’in başında Ekonomiden Sorumlu Başbakan Yardımcısı ve Gıda Komitesi Başkanı Mehmet Şimşek tarafından yapılan açıklamadan sonra konuyu, aynı yılın 26 Şubat’ında, “Yeni umudumuz: Ürün ihtisas borsaları ve lisanslı depoculuk.” başlıklı bir yazı ile tekrar değerlendirdim. Bu defa konuyu yeni dönemin Tarım ve Orman Bakanı Bekir Pakdemirli yukarıda paylaştığım şekilde gündeme getirdi. Bütün konuşmaların ortak noktası, teoride bir umuttan bahsediliyor olması. Oysa başka yerlerde başarılı şekilde uygulanabiliyor olması bizde de uygulanabileceği anlamına gelmiyor. Önce gerekli şartların yerine getirilmesi gerekiyor.)
Salça fabrikaları artarsa domates fiyatları düşer mi?
Bakan Pakdemirli’nin patates, domates gibi ürünlerdeki aşırı fiyatlanmaları önlemeye yönelik sözlerini de anlayamadım.
Sayın Bakan gazetecilerin sorusuna, “Patates, domates… Bunların hepsi günden güne artacak, azalacak. Bunları hep görüyor olacağız. Önemli olan bu ürünlerin bir kısmını sanayi ürününe çevirebiliyorsak ve ekstra katma değer yaratıp bir noktaya getirebiliyorsak sürdürülebilir bir gelir kaynağına üreticimizi ulaştırmış oluruz. Yoksa günlük hal fiyatlarıyla, bir indi bir çıktı, bunların zikzaklarıyla hayat boyu uğraşacağız demektir.” cevabını verdi.
Yani örneğin birkaç büyük salça fabrikası ile birkaç cips fabrikası daha kurulursa domates ve patates fiyatları düşecek mi?
Sanayici, para kazanabileceğini düşünse kurar zaten.
Hem biz bugün örneğin süt ve süt ürünlerinin perakende fiyatlarından bu sebeple şikayet etmiyor muyuz?
Demek ki fabrika sayısının artması, üreticiye daha fazla kazandırmıyor. Zaman zaman kazandırsa bile artan fiyat tüketiciye yansıtılıyor.
Bir de ihracat meselemiz var. Bir bakıyorsunuz pazarda, markette, manavda gıda fiyatları artmış. “Durup dururken ne oldu?” diye merak ediyorsunuz. Meğer fiyatları artan o ürünlerin ihracatında artış olmuş. Dolayısıyla “Üretici biraz para kazandı.” diye düşünürken çarşı pazar ateş pahası oluyor.
Bakın yine aynı noktaya geldik. Böyle çözülemiyor çünkü sorun büyük, sorun yapısal.
Esas sorun öngörülemeyen yüksek maliyetler.
Çözüm, girdilerin millîleşmesi ve millî kaynaklarımızın verimli kullanılmasında.