Malumunuz olduğu üzere geçen hafta içinde kabinede değişiklik yapıldı. Bu çerçevede Faruk Çelik kabine dışında kalırken Ahmet Eşref Fakıbaba yeni Gıda Tarım ve Hayvancılık Bakanı oldu.
Öncelikle ve bütün samimiyetimle kendisine başarılar diliyorum.
Tarım ve hayvancılık ülkemiz için o kadar önemli ki etkisi sadece gıda üzerine değil, sosyal hayata etkisi daha fazla. Örneğin tarım ve hayvancılıktaki başarısızlığımız, köyden kente plansız göçün, dolayısıyla toplumsal çatışmadan çarpık kentleşmeye bir yığın sorunumuzun ana sebebi.
Meseleye böyle bakınca başta bakan olmak üzere, yetkililerin söyledikleri önem kazanıyor çünkü bunları, izlenecek politikaların yol haritaları olarak değerlendiriyorum.
Yeni Bakan Fakıbaba; devir teslim töreni, Türkiye Damızlık Koyun Keçi Yetiştiricileri Merkez Birliği (TÜDKİYEB) Olağanüstü Genel Kurulu ve Bulgaristan Tarım, Gıda ve Ormancılık Bakanı Rumen Porodzonov’u kabulü vesileleriyle basın önüne çıktı.
Devir teslimde söyledikleri
Özeti:
“İnşallah duanızla bu işin üstesinden gelmek için Cumhurbaşkanı’mıza, Başbakan’ımıza, halkımıza layık olabilmek için elimizden gelen gayreti göstereceğiz.”
“Amacımız Allah rızasıdır; halkımızın, gariban insanların mutluluğudur.”
“Hem üreticimizin hem de tüketicimizin hakları korunacak.”
“Üreteceğiz, üreteceğiz, üreteceğiz.”
Söyledikleri ilk beyanatın ruhuna uygun yani iyi niyet bildiriminden ibaret ve Fakıbaba’nın iyi niyetinden şüphemiz yok.
Prodzonov ile görüşmesinde söyledikleri
Fakıbaba, devir teslimin hemen ardından, 21 Temmuz’da, Rumen mevkidaşı Prodzonov’u ağırladı. Görüşme ile ilgili açıklamalar yaparken “Kurban Bayramı ve et fiyatları” ile ilgili soruları da cevapladı:
“Mutlaka ve mutlaka (et fiyatları konusunda) önlem almamız gerektiğini biliyoruz. Hem üreticiyi hem tüketiciyi mutlu etmek devlet, bakanlık ve hükümet olarak bizlerin görevi ama benim bugün Ahmet Fakıbaba olarak ilk günden peşinen bir şey söylemem doğru olmaz. Biraz zaman istiyoruz ancak bu çok uzun bir süreyi kapsamıyor. Bu konuda mutlaka tedbirlerimizi alacağız ve kısa zamanda halkımıza açıklayacağız. Onun için ‘Biraz sabır.’ diyorum. Kurban Bayramı’nda bütün vatandaşlarımızın bütçelerine uygun kurban kesimi yapmaları da hepimizin arzusu.”
Yeni bakan olmuş, “Bir hekim, bir genel cerrahi uzmanı olarak yeni bir branşa başlıyorum.” diyen birinin ihtiyatlı konuşması yerinde bir tercih. (“Niye branşı olan biri bakan yapılmadı?” diye sormuyorum çünkü branşı olanları da gördük!.. Dolayısıyla “Branşı olan daha başarılı olur.” diyemiyorum.)
TÜDKİYEB toplantısında söyledikleri
Fakıbaba’nın ihtiyatı bir gün sürdü. 22 Temmuz’da TÜDKİYEB Genel Kurulunda yaptığı konuşmada, seleflerinin klasik söylemlerini sürdürmeyi tercih etti. Özetle şunları söyledi:
“Cumhurbaşkanımız özellikle ‘Fakir fukaraya gerekli desteği vereceksin Fakıbaba.’ dedi, ben de ‘Emriniz olur efendim.’ dedim. Yani Cumhurbaşkanımızın özellikle benden istediği fakir fukaraya mutlaka ve mutlaka gerekli desteği vermek zorundayız. Kurbanlık fiyatlarını rahatlatmak için kolumuzu değil, vücudumuzu, canımızı ortaya koyacağız. Yeter ki hem üreticimiz hem tüketimiz kazansın. Havadan para kazanmak isteyenler hayal kırıklığına uğrayacak, buna müsaade etmeyeceğiz. Stoku yapıp vatandaşı zor durumda yakalayıp ona yüksek fiyatla vermek isteyen adamın mal elinde kalacak. Bunu herkes bilsin. Onun için herkes hak ettiği şeyi alacak. Tüketici hak ettiği şekilde o fiyatla alacak üreticide kazanacak. Yani kazan kazan olacak. Üreten kazanacak, tüketen kazanacak.”
Bu paragrafın “fakir fukara, Cumhurbaşkanı, kolun değil vücudun ve canın ortaya konması” kısmını geçelim. Bir bakanın görevi zaten halkının refahını sağlamaktır. Dolayısıyla artık “yapacağız, edeceğiz” söylemlerini bırakıp “nasıl yapacaklarını, edeceklerini” yani yöntemlerini anlatmalılar.
Konuşmanın içinde yöntemden de bahsediliyor aslında fakat selefleri gibi Fakıbaba’nın tercih ettiği yöntem de “havadan para kazananların, stokçuların canına okumak” (Selefleri “spekülatör, vurguncu” kelimelerini tercih ediyorlardı).
Bir hükümet düşünün ki eşi benzeri görülmemiş bir halk desteği, Meclis çoğunluğu, mevzuat yaptırımı ve bürokratik güçle iktidarda. Aynı siyasi yapı ise kesintisiz olarak 15 yıldır iktidarda. Tarıma verdiği desteğin brüt çiftçi gelirleri içindeki payı (yüzde 20), OECD ülkeleri ortalamasının (yüzde 17) üzerinde¹.
Gelin görün ki bunlara rağmen, tarım ve hayvancılıkta işler iyiye gitmiyor. Birçok tarım ürününde kendi kendine yeterli bir noktada olduğumuz görülse de bir yandan topraklarımızı ve meralarımızı mahvetmiş, diğer taraftan stratejik ürün planlamasını becerememişiz. Verimlilik hâlâ kötü durumda, kayıplar saç baş yolduracak düzeylerde, girdilerde dışa bağımlılık çok yüksek oranlarda, üretim maliyetleri yüksek vs.
Kısacası, üzerine gidilmesi gereken yapısal sorunlarımız var. Bu şartlarda nasıl üretici ve tüketiciyi aynı anda memnun etmenin 15-20 yıldan önce mümkün olmadığını iddia ediyorsam, bunun bile günlük (kısa vadeli) tedbirlere değil ancak yapısal sorunların önemli ölçüde çözümüne bağlı olduğuna şüphe yok.
Bu gerçekler ortadayken yetkili ve sorumlu en üst makam sahipleri neden sadece ” stokçu, vurguncu, spekülatör” gibi tabirlerle suçlu arıyorlar?
Vurguncuların ve stokçuların varlığını elbette ben de kabul ediyorum ancak bunların, bunca zamandır, bunca güce rağmen başlarının nasıl olup da ezilemediğini anlayamıyorum.
Ezilemediğinde devletin ve hükümetin gücü hem halk hem de vurguncu ve stokçular tarafından sorgulanmıyor mu? Bu durum vurguncu ve stokçuları daha da cesaretlendirmiyor mu? Zamanla “ezememenin” yerini “ezmeme” şüphesi almayacak mı?
Görevleri arasında vurgunculuk ve stokçuluğu önlemek de olan Rekabet Kurumunun, özellikle ette, stokçuluğu önlemek için yaptığı herhangi bir çalışma, bunca yıldır verdiği herhangi bir ceza var mı? Varsa cezalar mı yetersiz de stokçuluk devam ediyor? Cezalar yetersizse niçin arttırılmıyor?
Vurguncular ve stokçular da izlenen yanlış politikaların mahsulü, sonucu değiller mi?
Temennim, Fakıbaba’nın, bakanlık görevinin bitiminde bu sorulara muhatap olmaması.
Söylemlerdeki diğer bir sorun da sürekli “üretici ve tüketici”nin kazancından bahsedilmesi. Ben bu sorunu çok önemsiyorum. Son yıllarda neredeyse üretici ve tüketicinin dışında ticaretle uğraşan herkes potansiyel “vurguncu, stokçu”ymuş gibi bir algı oluşmaya başladı. İnsanların birbirine olan güvenini zedeleyen, dolayısıyla toplumsal huzur bakımından kaygı verici bir gelişme.
Oysa özellikle günümüzde bir ürünün tüketiciye ulaştırılması büyük oranda üretici ile tüketici arasındaki aracılarla yani o ürünün ticaretini yapanlarla mümkün. Eğer bu aracıları aradan çıkarırsanız, tüketicinin birçok ürüne ulaşması bile mümkün olmayacaktır.
Önerim, varsa stokçu ve vurguncu, ilgili kişi, kurum ve kuruluşların görevlerini yaparak onları engellemesi, bunun dışında serbest ticareti ve piyasa işleyişini bozacak söylem ve müdahalelerden uzak durulmasıdır. Hatta bununla da yetinilmeyerek, serbest ticaretin ve rekabetin gelişmesinin sağlamasıdır. Herkese kazandıracak yöntem budur.
“Köy, köylü, çoban” gibi kavramların romantik bir bakışla ele alınmasını da yanlış buluyorum:
“Köyler birer cennet, insanların oralarda hayatlarını sürdürebilmelerini sağlamayı amaçlıyoruz. Bunu nasıl sağlayacağız, o çoban arkadaşımız başımızın tacı olacak. Herkes memura kız vermek istiyor. Biz ne zaman başarılı olacağız? Çobana kız vermeye çalışan insanlar olduğunda.”
Bu sözlerle çoban övülmüş mü oldu? Ben, tersi bir algı oluşturduğu kanaatindeyim.
Bu sözlerden etkilenerek tarım ve hayvancılıkla uğraşacak kimse var mıdır acaba? Hadi Fakıbaba’nın söyleyişiyle soralım: Bu sözlerden etkilenerek çobanlık yapacak biri, hele çobana kız verecek biri çıkar mı?
“Köylü milletin efendisidir.” sözü de dâhil, artık üretime bakışımızı değiştirmemiz gerekiyor. Üretim modelleri değişti. Artık kimse kimsenin efendisi değil. İnsana, hayvana, doğaya faydalı her ne üretiyorsa, üreten herkes efendi.
Artık üretim köylerde değil işletmelerde yapılıyor. Bir hayvan da besleseniz, on bin hayvan da fark etmiyor; hepsinin adı işletme. Bir dönümde de üretseniz bin dönümde de fark etmiyor; hepsinin adı işletme. İşletmenin nerede olduğunun da bir önemi yok.
Yapılan işin adı “ticaret”. Bir ürün üretiyor ve satıyorsanız ve bu faaliyetten bir kazanç elde ediyorsanız ticaret yapıyorsunuz demektir. İster doğrudan pazarlayın, ister aracılar vasıtasıyla fark etmiyor.
Dolayısıyla işi yapanlar artık “köylü” değil “çiftçi”, yani oturdukları idari birime göre değil, yaptıkları işe göre adlandırılmaları gerekiyor. Zaten mevzuatlarda böyle adlandırılıyor. “Köylü” denmiyor, “çiftçi” deniyor; işin sahibiyseniz “işletme sahibi” deniyor.
“Çobanlık” artık profesyonel bir iş, bir meslek. “Çoban” ise hem hayvandan, hayvanın doğasından hem hastalıklarından hem doğa şartlarından vs. anlayan gerçek bir uzman. Böyle olmak zorunda. Artık, “Çocukluğumda koyun, keçi, sığır, manda güderdik.” hikâyeleri geride kaldı. Kalmak zorunda.
Ve her ne yapılacaksa iyi düşünülmeli, iyi planlanmalı, iyi uygulanmalı.
Gelişmiş ülke hedefiyle hareket edeceksek böyle olmalı.
¹OECD Tarım Politikaları İzleme ve Değerlendirme Raporu 2016